Postmodern dünyada mülteci/göçmen sorunsalı


  • Kayıt: 18.12.2014 00:04:00 Güncelleme: 18.12.2014 00:04:00

Kimi göçmenler ekonomik, çevresel veya siyasal sorunlar sebebiyle yurtlarını terk ederken, kimileri şiddetin kendilerini yakalamasından korkarak doğup büyüdükleri topraklardan -Edward Said'in ifadesiyle- ayrılarak "yersiz yurtsuzlar" kategorisine dahil oluyor.

 

Ortadoğu ve Akdeniz'in güney bölümlerinde son yıllarda yaşanan krizler güneyden kuzeye büyük göç dalgaları oluşturuyor. Yaşananlarda savaşların, doğal afetlerin (iklim değişiklikleri) oynadıkları rol kadar küreselleşmenin rolü de yadsınamaz. Ekranlarımıza yansıyan görüntüler yaşanan dramın ancak bir yüzünü yansıtmakta. Mültecilerin ve göçmenlerin içinden geçtikleri korku halini ölçmek mümkün değilse de korku hallerine göre hukuki statülerinin belirlendiği bir gerçek. Göç mültecileri ve göçmenleri kamu düzeninin dışa atarken başlı başına yeni kategorilerin oluşmasına sebep oluyor.

 

Mülteciler için varış noktası veya sınır ötesi son durak yeni bir başlangıç anlamına geliyorsa da bu yeni hayat anladığımız anlamıyla kent hayatından çok kamp hayatı olarak isimlendirebileceğimiz kapalı bir dünyaya göndermede bulunuyor. Zamanla kamplar da dönüşmüyor değil (ör. Filistin kampları). Son altmış yılda dünyanın çeşitli noktalarına kurulan mülteci kamplarının dağıldıkları pek görülmedi. Ancak alt yapılarının geliştirilmesiyle yeni bir hayata kazandırıldıkları, dönüştürüldükleri görülebilir. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği yılbaşından bu yana kamplara yığılan mülteci ve göçmenleri "ses sahibi kılmak için" çalışmalar yürütmekte.

 

Her asrın, her dönemin kendi mültecisi ve göçmeni var. Kimileri ekonomik, çevresel veya siyasal sorunlar sebebiyle yurtlarını terk ederken, kimileri şiddetin kendilerini yakalamasından korkarak doğup büyüdükleri topraklardan -Edward Said'in ifadesiyle- ayrılarak "yersiz yurtsuzlar" kategorisine dahil oluyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin verilerine göre elli bir milyon insan bir şekilde yerinden edilmiş durumunda. Bunların 16,7 milyonu mülteci statüsünde. Geriye kalan 33,3 milyonu içgöçe zorlananlardan oluşuyor. Bunların dışında doğal afetler sebebiyle yerinden edilen 22-30 milyon insanın olduğu ifade ediliyor. Göç edenler kadar devletler açısındna rakamlar da tartışma konusu olabiliyor.

 

Yüksek Komiserlik İkinci Dünya Savaşı'nın ardından yaşanan büyük göçlere cevaben, Milletler Cemiyeti (1919-1946) deneyimden de yararlanarak, oluşturuldu. Küresel ölçekte dünyayı etkisi altına alan Otuz Yıl Savaşları (1914-1944) çeşitli göç dalgalarının yaşanmasına sebep oldu. Bunların arasında Bolşevik Devrimi sonrasında Beyaz Rusların göçü, Türkiye-Yunanistan arasından kabul edilen anlaşmayla 1920-21 döneminde yaşanan mübadele ; İkinci Dünya Savaşı sonrası Rusya'dan ve Doğu Avrupa'dan göçen Almanlar, İsrail'in Filistin topraklarını işgaliyle başlayan göç...

 

 

 

Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi bugünde uluslararası toplumun kriz bölgelerine ulaşması yoğun bir gayret ve diplomasi gerektiriyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında mültecilerin hukuki statüsü belirlendiyse de (1951 sözleşmesi ve 1967'de kabul edilen ek protokol) gerçekte fiili duruma müdahale yine güç dengelerine göre gerçekleşmekte. Bu da ister istemez zamanında müdahaleyi ve şartların iyileştirilmesini güçleştiriyor. Soğuk Savaş yıllarında Doğu-Batı blokları arasında yaşanan gerilim BM müdahalesini engelliyordu. Taraflar kendi imkanlarıyla müdahale etmek durumunda idi. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri, Rusya ve Berlin'de yaşanan çatışmalara, Çekoslovakya ve Macaristan ayaklanmalarına kendi imkanlarıyla müdahale etmekte durumunda kaldı. Soğuk Savaş, Birleşmiş Milletleri üçüncü dünya ülkelerine açılmaya zorladı.

 

Soğuk Savaş sonrasında müdahale hakkını yeniden kazanan Yüksek Komiserlik, 1990'da Sudanlı hukukçu Francis Deng'in yoğun çalışmaları sayesinde, içgöç mağdurlarının hukuki statü elde etmelerini sağladı. Bugün Komiserlik krizlerin yüzde doksanın toplandığı güney yarım kürede iyi niyet misyonunu sürdürüyor. Bu çerçevede resmi 450 kampta, 8600 personeliyle, 150 uluslararası ve 575 ulusal STK'yla çalışmalarını devam ettiriyor. İç göçlerle oluşturulan bine yakın kampın hesaba dahil edilmediği ve realitenin çok daha trajik olduğu; yalnızca Haiti'de deprem sonrasında (2010) 400 kampın kurulduğu ve hala faaliyette olduğu düşünüldüğünde, dış göçlerle kadar içgöçler sonucunda oluşturulan kampların yabana atılamayacağını söyleyebiliriz. Ayrıca, sorunların giderek arttığını bütçesindeki artırımlara bakarak gözlemlemek mümkün. Yüksek Komiserlik göreve başladığında (14 Aralık 1950) bütçesi 300 bin dolar iken bu rakam 2008'de 1,8 milyar bu yıl içinse 5,3 milyar dolar olarak belirlendi.

 

Kamplar , bu durumda, kimileri için son durak kimileri için soluk alma , dinlenme noktası. Bugün Afganistan-Pakistan-İran üçgeninden , Orta ve Kuzey Afrika'dan , Ortadoğu'dan Batı'ya yönelen bir göçün olduğu bir gerçek. Elçilikler önünde uzanan uzun sıralar umudun sürdüğüne işaret. Reddedileceklerini düşünenler içinde binlerce dolara karşılığında uzun bir yolculuğun habercisi. Kimileri geçiş ülkelerini yurt ediniyor, kimileri İtalya, Malta veya Yunanistan'a giriş yaptıktan sonra yolculuğunu sonlandırıyor veya Fransa'nın Dunkerk şehrinden İngiltere'ye ulaşmanın yollarını arıyor.

 

Savaşlar kadar küreselleşme de göç yollarını belirlerken, postmodern dünya zannedilenin aksine bireysel hareketlilikleri daha fazla kontrol altında tutmakta. Ondokuzuncu asır küreselleşmesinin 20. asrın çok daha ilerisinde olduğu (global nüfusa oranla), 1824-1924 tarihleri arasında, Avrupa'dan dünyanın çeşitli noktalarına göç eden 52 milyon Avrupalıdan anlaşılıyor. Son kertede yarım asır içinde iç ve dış göçlerle yer değiştiren 51 milyon insanın parya muamelesi görmesi, kapalı kamplarda gözden ırak tutulmaları insanlığın utancı olarak değerlendirilmelidir.

 

Bu bağlamda Yüksek Komiserlik'in kentlerin dışında tutulan göçmen ve mültecileri kimlik sahibi kılmak için parmak, göz izi almak gibi fotoğraflayarak kayıt altına almaya hazırlanması iddia edilenin aksine hukuki statülerini kimlikleriyle buluşturmaktan çok yeni kimliklerini hukuki statülerine ularken denetimi artırmayı hedefliyor. Beklentilerin gerçeklerle örtüşmemesi bunun en açık göstergesi. Son elli yılda kurulduktan sonra tamamen dağılan herhangi bir kampın olmadığı biliniyor. Bu çerçevede isimlerini dahi bilmediğimiz ve kent-kamp görüntüsü kazanmış olan bu yerlerin hukuki statüleri kadar sosyolojik gerçeklikleri de doğru okunmalıdır. Modern dünyanın kamp yaklaşımı ne yazık ki çağımızın çok gerisinde. Nasıl ki hapishanelerin durumu ülkelerin insan hakları konusunda ulaştıkları noktayı göstermesi açısından önemli bir göstergeyse kampların durumu da hiç şüphesiz küresel ölçekte insanlığımızın dışa vurumu olduğunu söyleyebiliriz.

 

 

 

Sinan Özdemir/ Dünya Bülteni