Avrupa'nın 'medeniyet' krizi


  • Kayıt: 21.03.2018 20:42:00 Güncelleme: 20.12.2020 13:05:10

Avrupa'nın 'medeniyet' krizi


Avrupa’daki eğitim sisteminden çalışma hayatına kadar farklı mekanlarda yaşanan ayrımcılıklar, azınlıkların entegrasyonunu da imkansızlaştırdı.


Oryantalizm literatürün en önemli ismi olan Edward Said’in cevapları artık içinde bulunduğumuz çağı açıklamakta yetersiz kalıyor. Said, Batının öncelikle Doğunun gizemini çözmeye çalışmakla başladığını, zamanla elde edilen bilginin hegemonyaya dönüştüğünü iddia ediyordu. Hatta sosyal darwinizmden öğrendiğimize göre, Batının hegemonyasının, üstünlük iddiasını içeren etik bir temeli de vardı. İnsanlık tarihinde “aşağıda kalmış” milletlere hükmetmek kadar doğal ne olabilirdi? Kendi toplumsallıkları içinde mesafeleri ayarlayamamış “gayri medeni” toplumlara “medeniyet götürmek” Hristiyanî hayrın gereğiydi. Geri kalmış toplumlar, kendilerine getirilenler karşısında müteşekkir olmalıydı.


İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan Pax-Americana, Avrupa’yı sömürülen toplumlardan geçim derdiyle gelen göçmenlerle doldurdu. Avrupa’nın sömürge devletlerindeki politik manevralarından etkilenen politik sığınmacılar da zamanla bu kervana katıldılar. 21. yüzyılda kontrolünü yitiren Avrupa, müdahalelerini artırınca göçmenlerin oranı da arttı. Göç artık sadece ekonominin ve sosyolojinin konusu olmaktan çıkarak politikanın da konusu haline geldi. Günümüzde özellikle Müslüman göçmenler artık güvenlik meselesi halinde algılanıyor. Örneğin Almanya’da, “Müslüman meselesi”, sosyolojik entegrasyon sorunu olarak görülmediğinden, entegrasyondan sorumlu bakanlıklara değil, güvenlikten sorumlu bir bakanlık olarak iç işlerine havale edilir. Almanya İslam Konferansı’nın yapısını Almanya'nın içişleri bakanlığı kurgulamıştır. Benzer kurumlara, benzer biçimlerde Fransa ve İngiltere’de de rastlamak mümkün.


Avrupa’nın toplumsal dengesini sarsan göçler, Avrupa tininin evrensellik iddiasını da sorgulamayı zorunlu kıldı. Avrupa değerler sisteminin dünyaya medeniyet getireceğine dair inanç, gelen göçmenlerin modernleşmelerinin metamorfoza uğraması nedeniyle şüpheyle karşılanmaya başladı. Zira “üstün Avrupa tini”ne teslim olacağı zannedilen göçmenler, kendileri olarak kalmakta direniyordu.


Aynanın diğer yüzünde ise Batının iddialarına karşı, Avrupa dışı toplumlarda 19. ve 20. yüzyıllar boyunca birbirinden farklı tepkilerin oluştuğunu görüyoruz. Sömürge ülkelerindeki tutumu “yaralı bilinçle” açıklamak zor değil. Avrupa karşısında mücadeleden vazgeçenlerin içinde bulunduğu durumu açıklayan “yaralı bilinç”, aynı zamanda kin dolu bir zihin halidir. Zira kaybetmenin yasından beslenen yaralı bilinçler tam da yaslarını kimlikleri haline getirmiştir. Bu yas kültürünün, Gandi’de olduğu gibi münzevi halleri olduğu gibi, Humeyni’de olduğu gibi aktivist halleri de vardır. İkisi de Avrupa’yla ortak bir dile sahip olmadıklarını, yaslarına dayanarak dile getirmeye çalışmaktadır. Her iki kültürel havzanın da Avrupa ile ilişkilerinin daha yakın gibi görünmesi, aslında yaralı bilinçlerin teslimiyet görüntüsünden kaynaklanmaktadır. Fakat her ikisi de derinden yaralı oldukları için, politikalarının içindeki kini bazen dışa vurmaktadır. Yaralı bilince sahip kültürler içinde bu kadar şanslı olmayanlar çoğunluğu oluşturmaktadır. Onların bir kısmı, Körfez ülkelerinde olduğu gibi, uzun yıllar boyunca otantikliklerini korumada zenginliklerini kalkan yapmıştır. Diğer kısımları ise, Mısır’da olduğu gibi, elitlerini yaralı bir bilinçle medenileştirmiş ama halka dokunmamıştır. Bu nedenle ahali, otantizmini korumayı başarmıştır.


Avrupa ile uzun yıllardan beri mücadele içinde olan Türklerde ise yaralı bilinç hali hakim olmamıştır. Avrupa karşısında kaybetmeye başladığımızda, öncelikle sadece teknolojik anlamda kaybettiğimizi düşünmüştük. “Tanzimat adamları” ve onların devamı olan “Cumhuriyetin kurucu nesli” kültürel olarak da kaybettiğimizi kabullendi. Fakat her iki halde de Avrupa’ya karşı “kinimiz” oluşmadı. Zira kini besleyen yas kültüründen daha ziyade, zaferleriyle kendini kuran bir kültürel köke sahiptik. Belki biraz içi iyi doldurulmamış bir özgüven sorunu taşısa da, “zafer kültürü” değişimlerini kiniyle yoğurmamaktadır. Batıya rağmen Batıcılık ya da Kopenhang kriterlerini Ankara kriteri haline getirip yola devam etme arzusu, zafer kültüründen beslenmektedir. Bu nedenle herkesin, suskunluğu “politik akıl” olarak kabullendiği dünyada, “dünya beşten büyüktür” çıkışını yapabiliyoruz. Bu tür bilinç haline belki de “bilenmiş bilinç” demek gerekir. Yani Avrupa karşısında kaybetmiş olmanın öfkesiyle -kiniyle değil- bilenmiş bilincimiz, teknolojik üstünlüğe süngüleriyle karşılık verebilmektedir. Bu halimizle ortak olduğumuz, Rus Kazaklarının ve Tokugawa Samuraylarının asabiyetidir. Avrupa açısından en güvenilmez hal, bu tür zihin dünyasından çıkmaktadır. Avrupalı gibi görünür, düşünür ve yaşar; ama ondan olamaz. Eğer coğrafya kader olmasaydı, muhtemelen Germenlerin hali de bizden farklı olmayacaktı.


Avrupa kültürü karşısında oluşan diğer bir ruh hali de “melez bilinç” olarak isimlendirilebilir. Özellikle, (din dahil olmak üzere) kendi kültürel yapılarını, üst medeniyet olarak kabullendikleri Avrupa karşısında değiştiren toplumlarda görülen bir bilinç hali olarak melez bilince, az gelişmiş ülkelerin elitlerinde de rastlamak mümkün. Avrupa’nın liberal değerler sisteminin kendi varoluşlarını da garanti ettiğini düşünen melez bilinçler, farklı olanın haklarına saygı konusunda, başta İslamofobik eylemler olmak üzere sınıfta kalan Avrupa karşısında hayal kırıklığı yaşamaktadır. Gerçekten de Karl Popper’ın da açıkça ifade ettiği gibi, Avrupa’nın liberal değerleri ancak kendileri için bir anlam ifade etmektedir. Evrensellik iddiasına inanarak, Avrupa değerler sistemiyle Avrupa’yı yargılayanlara hizmet etmeyecektir. Artık özgür ülkelerin totalitarizmle mücadelesi faşizmle ya da sosyalizmle mücadele değil, İslam’la mücadele olarak anlaşılmaktadır. Kendi değerler sistemini korumak için yeni haçlı seferlerinin ilan edilmesi boşuna değildir.


İslam karşıtlığının ise iki farklı türünden bahsedilebilir: İlki siyasi İslamofobi. Yani devletler kendi anayasal konseptlerine uymayan İslami ilkeleri ya ona uydurmaya çalışmakta ya da toptan reddetmektedir. Melez bilinçler açısından, bu tür siyasal talepler, Avrupa’da yaşamak isteyenler için gayet doğaldır. Buradan baktığımızda bilenmiş bilinçlerimizin kolay kabul edemeyeceği İslami ilkelerin seyreltilmiş halini orada yaşamanın bir gereği olarak görenleri de anlamak gerekmektedir. Avrupa’ya karşı aşk ile nefreti bir arada yaşayan yaralı bilinçlerin ise anlamlı tepkiler geliştirmesi daha da zordur.


İslam karşıtlığının ikinci türü ise toplumsal İslamofobidir. Toplumsal İslamofobinin kaynağı ise hiyerarşi isteğidir. Hakim millet-mahkum millet kodu, yani topluluklar arasında bir astlık-üstlük ilişkisinin kurulmasını şart koşan hiyerarşi talebi karşısında, melez bilinçler iddialarını çoktan kaybetmiştir. “İslam ve…” diye başlayan ikilikleri aşma ve evrensele ulaşma gayretleri, melez bilinçlerin en önemli hedefidir. “Ötekinin ötesi” evrensel kardeşliğin ve dayanışmanın mekanıdır. Yeter ki bizlerin barbar değil, medeni insanlar olduğumuzu bir kabul etsinler, gerisi kolaydır. Talep edilen hiyerarşi karşısında, göz hizasında muhataplıktan bahseden bilenmiş bilinçler ise hadsizlik örneği olarak görülmektedir.


Modern Avrupa rönesans, reform, hümanizm, rasyonalizm ve aydınlanma üzerinden oluşan değerler sistemini evrensel olarak görüyordu. Bu nedenle, Avrupa dışı kültürel havzaların asabiyetlerini korumasına anlam veremiyor. Dahası, eşitlik talepleri kendi içindeki farklı toplumsallıklardan geldiğinde hayretle karşılıyor. Yaşam biçimleri açısından kendisiyle farklarının kalmadığını düşündüğü Avrupa gettolarındaki azınlıkların, öz değerlerine sahip çıkması beklenen bir olgu değildi. Modernitenin doğal olarak onları da değiştireceği düşünülüyordu. Gerçekten de bu değişim gözle görünür nitelikteydi.


Fakat Avrupa’daki eğitim sisteminden çalışma hayatına kadar farklı mekanlarda yaşanan ayrımcılıklar, azınlıkların entegrasyonunu da imkansızlaştırdı. Azınlıklar entegre olamadıkça güvenlik sorunu olarak tanımlanmaya başlandılar. Güvenlik sorunu olarak görülmek ise diasporaları yaşadıkları toplumdan soğuttu ve kriminalizasyon daha da arttı. Bugün Avrupa’da DEAŞ saldırılarına katılan faillerin ithal edilmedikleri, bizatihi Avrupa’da doğup büyüdükleri artık bilinen bir olgu. Hatta yaşam biçimleri açısından, bu kişilerin çoğunun Avrupalı gençlerin yaşam tarzlarından farklı olmadıkları bile iddia edilebilir. Dahası, ayrımcılıkla yoğrulmuş kinleri derin olan gençleri, Avrupa değerler sistemine sadık tutmak da çok mümkün görünmüyor.

 

Avrupa’nın aynasında biz ise kendi içlerindeki sorunlara uzun elini sokmuş meraklı komşularız. Hatta onların içişleri ve güvenlik sorunlarını aşmalarına değil, çeşitlenmesine sebep olmaktayız. Başta camiler ve dernekler olmak üzere, devletin uzun elini, onların toplumsallıklarını tehdit etmek için kullanmaktayız. Diasporadaki Türk azınlıkları kullanarak Avrupa ülkelerine şantaj yapıyor oluşumuz da işin cabası.

 

Oysa asıl sorun, başta bizler olmak üzere, dünyanın Avrupa değerler sisteminin evrenselliğine artık inanmaması. Bizleri dünyanın eşit bireyleri yaptığına inanmadığımız bu değerler sisteminin yeniden güncellenmesi gerekiyor. Her çağın yeniliği karşısında (dinlerini olmasa da) anlayışlarını güncelleyen Müslümanlara karşı, Avrupa da kendi değerler sistemini gözden geçirmelidir. Avrupa ise Avrupa-merkezci düşünceden vazgeçecek gibi değildir. Dahası artık tek merkez de Avrupa’dır. Onun dışında bir hakikat yoktur. Olan hakikatin de dışa açılabilir bir hali bulunmamaktadır. Avrupa artık kendi kendine moderndir, hukuktur, kültürdür, kimliktir ve siyasettir. Bu kadar içe kapanan Avrupa’yı bekleyen iki farklı kader var: Ya savunma hattını çok gerilerde kurduğu için asabiyeti yüksek “gayri medeniler”/”kültürsüzler” tarafından yıkılmaya razı olacak ya da kendi aydınlanmacı geleneği dahilinde gerçek anlamla çok-kültürlü bir toplumsallığa “cesaret gösterecektir”.

 

AA