Kültür-Sanat Köşesinden


  • Kayıt: 21.12.2014 22:45:00 Güncelleme: 21.12.2014 22:45:00

Değerli okuyucular!

 

Eskiler Eylûl ayına başka bir anlam verirlerdi. Sonbaharın adı da onlara göre "Güz Mevsimi" idi.

 

Güz mevsimi... Eylûl yani güz mevsimi ölümü hatırlatırdı. Tabiatın geçici ölümü, insanın kesin ölümüne işaret eden bir haberdir. Tabiatın renginin değiştirmesi, insan hayatının da renklerinin değişeceğini haber verir.

 

Eylûl, yaprakların dökülmeye başladığı zaman.

 

Eylûl, yazı bittiğini hatırlatan ay.

 

Eylûl sona doğru yaklaşıldığımnı açık kulaklara fısıldayan bir dost.

 

Eylûl, zamanın yani ömrün sınırlı olduğunu duyuran dost.

 

Eylûl, "toparlan arkadaş, yolculuk var" diyen dost.

 

Öyle ya yaz bitti, güz başladı. Bir açıdan ömrün olgunluk yaşı geçti, artık ihtiyarlık çağı geldi. Atak, cevval, hareketli, canlı, aktif, heyecan dolu yaz ayları, yerini sarı renkli bir zamana bıraktı. Yaz ömrün en doruk noktasını, güz ömrün aşağıya doğru dönüşünü sembolize eder. Bahar çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, sonbahar sona doğru yaklaşmayı. Kış mı? Kış artık ömre nisbetle sondur. Ötesi yoktur. Dünya hayatı bitmiş, hayatın üzerine kefen gibi bembeyaz bir örtü örtülmüştür.

 

Ölüm şiirlerini bir araya getirip bir güldeste yapan Hasan Ali Kasır, kitabına Eylûl Şiirleri antolojisi ismi verdi. Eylûl... Sarı zaman... Yaprakların dökülmeye başladığı ay... Yani hüzün mevsimi... Yaz gider güz gelir... Yeşillikler yerini sarıya bırakır... Güç yerini zayıflığa terkeder. Sevinçler yavaş yavaş hüzne dönüşür. Hırslar yerini iştahsızlığa bırakır. Eylûl, bitişi, tükenişi, yolculuğu ve en sonunda ölüm gerçeğini haykırır.

 

İnsanlar Eylûl’e teşekkür etmelidir. Onlara bu müthiş gerçeği haber veriyor diye.

 

Celâlüddin Rumî’nin bir şiirinde şöyle dediğini duymuştum. "Hani sonbaharda ağaçlardan yapraklar yere düşer ya. Sayısız, çok çok fazla... Sen onların öylesine sararıp ağaçtan düştüğünü zanndersin. O öyle değil. Unutma ağaçtan düşen her yaprak sana gönderilmiş bir mketuptur. Yere eğil, bir yaprak al ve okumaya çalış. Göreceksin ki o yaprakta: Ölüm var diye yazıyor."

 

Sonbaharda yere düşen her yaprak insana gönderilmiş bir mektuptur. O mektupları okuyabilen ondaki mesajı alır. Onları okuyabilenleri tebrik etmek gerekir.

 

Bu sayımızda Almanya’dan Özay Arslan Bey’in Kurban Bayramı ve Hac dolaysıyla yazdığı ve "Anayurt Notları" adını verdiği hac notlarını yayınlamaya devam ediyoruz. İyi okumalar dileğiyle hayırlı bayramlar Yazışma adresi: kerimece@hotmail.com

 

ANAYUT NOTLARI 3

 

Suud, Türkiye´nin yetmişli, seksenli yıllarında daha. Toz toprak, trafik, gürültü, düzensizlik…vs. 94 de Umre için geldiğimde daha kötüydü durum. Mesela șoförler kırmızı ıșığı bir kaç metre geçseler de duruyorlar șimdi. O zamanlar kornaya ve gaza aynı

 

anda basıyorlardı. Gündüz gözüyle görüyorum Mekke´yi. Aman Allah´ım gözlerime inanamıyorum. Her taraf çöplük. Müslümanlar böyle olamazlar.

 

Hani burası Harem bölgesiydi?

 

Hani Harem bölgesi, insanın dünya hayatı için seçilmiș örnek ve ideal bir özerk bölgeydi?

 

Hani burası İnsan, bitki, hayvan ve çevre bilincine ideal bir örnekti?

 

Her taraf pislik ve rezalet içinde. İnsanlar ne yiyip içmișlerse rastgele savurmușlar etrafa.

 

Suud ailesinin insana saygısı olmadığı gibi çevreye ve tarihe de saygısı yok. Efendimiz (s) in doğduğu ev güya kütüphane. Hiç açık görmedim. Kaç kere sordum. Zaten harabe halinde. Bütün bir tarih yok edilmiș. Her yer yüksek beton oteller ile çevrili. Bu oteller Kâbe´yi öyle bir sıkıștırmıșlar ki Kâbe nefes almakta zorlanıyor.

 

Biz ne zaman kendimiz olacağız? İhram insanın öz/ana elbisesi. Bu maya üzerine kültür ve medeniyet inșa etti insan. Farklı coğrafyalarda, farklı iklimlerde farklı giyindi. Her millet kendi giyim kușam kültürünü geliștirdi. Biz Türkler biraz taklitçi olduk galiba. Avrupa da takım elbisesi, kravatı ile görmeye alıștığım sakallı bir çok insanı burada hemen cellabiye, afgani elbiseler altında görmek șașırtmadı beni. İranlılar, afganlılar, afrikalılar, malezyalı ve endonezyalılar, doğu türkistanlılar… kendi yerel kıyafetleriyle dolduruyorlar Mescid-i Haram´ı rengarenk. Türk kıyafeti diyebileceğimiz bir giysimiz yokmu bizim?

 

Genelde gruplar halinde tavaf ediliyor. Üç kișiden bașlayan ve ikiyüz, üçyüz kișilik gruplara kadar çeșitlilik var. Her grubun bașında bir imam, onun elinde bir kitap. O yüksek sesle okuyor diğerleri tekrar ediyor. Sa´y da da durum aynı. Özellikle iranlılarda bu durum bazen bir șöleni veya bir gösteriyi andırıyor. İlginçtir Afgan, Pakistan ve Hindistan bölgesinden gelenleri kalabalık gruplar halinde hiç göremedim. En kalabalık grupları Türkler ve İranlılar olușturuyorlar. Sonra Malezyalılar ve Endonezyalılar geliyorlar. Dualar hep aynı dualar. Rabbimiz bir, Peygamberimiz bir, Kıblemiz bir, Kitabımız bir, İbadetimiz bir, duamız da bir. Bu parçalanmıșlık niye?

 

Mescid-i Haram´dan çıkıyoruz namazdan sonra. Otele dönüyoruz. Bütün caddeler bembeyaz nehir olmuș akıyor. Bu nehirin içinden biri olarak yürürken Beytullah´ı düșünüyorum. Hâlâ gözlerimin önünde. Hanımla el eleyiz. Kâbe´nin örtüsünün üst tarafı siyah, etekleri beyaz. Artık kendimi tutamıyorum; dudaklarımdan dökülüyor. Hayır dökülmüyor tașıyor;

Beyaz giyme toz olur

 

Siyah giyme söz olur

 

Gel beraber olalım

 

Muradımız tez olur

 

Salına da salına da gel

 

Dön dolaș yine bana gel

 

Beyaz giyme tanırlar

 

Seni yolcu sanırlar

 

Zaten bende talih yok

 

Seni benden alırlar

 

Salına da salına da gel

 

Dön dolaș yine bana gel"

 

Her ne kadar bizim hacılar pek hoș karșılamasalar da türküyü bitene kadar okuyorum. İçimi sevinç kaplıyor. Dönüyor dolașıyor yine sana geliyorum Sevgilim. Aslında bir yere gittiğimiz yok. Bu bir zan bașka bir șey değil. Uzaklaștığımızı sanıyoruz. Kim kimden nereye uzaklașabilir ki. Ağlamayana așkolsun. Kim demiști dua gözyașıdır diye?

 

Tavaf: dairevi dönüș. Bir bașlangıç șart. „kûn" emriyle bu olușa Hacer´ul-Esved´i selamlayarak bașlıyoruz; „ Bismillahi Allah-u Ekber". Sağ elin ayası Karataș´a bakıyor. Sanki bir yed´i beyza el.Varolușa böyle giriyor, șahit oluyor insan. Ayrılma, kopma, uzaklașma sözkonusu değil. Böyle bir șey mümkün değil. Tavafa bașladıktan sonra artık ne bir bașlangıç ne de bir son var.

 

Șöyle de düșünülebilir: Dünyanın her tarafından kopup geliyorsun/getiriliyorsun. Yaratanın huzurunda birleșiyorsun.Yani yolculuk karanlıklarından tevhid nuruna çıkıyorsun. Var kılınıyorsun. İnsan eșref-i mahlukattı. Mesnevideki tabiriyle damlaydın, karataștan geçerek deryaya karıștın. Artık sen yoksun. Deniz dalgaları misali bir o yana bir bu yana yayılıyorsun. Direnmen, karșı koyman mümkün değil.Tavaf esnasında insan bazen kaburga kemikleri birbirine geçecek derecede sıkıștırılıyor.

 

Allah´ın kulları çeșit çeșit. Bunlara kaba, anlayıșsız, bedevi ve ilkeller de dahil. Bunlara denizi kirletenler de dahil. Bunlara dümeni kırık gemiler gibi, hangi yöne gideceğini bilmeyen gemiler gibi denizin ahengini bozanlar, çarpıșmalara, ölümlere sebebiyet verenler de dahil.

 

Varoluș, var ediliș de bu değil mi zaten; Kabz ve bast hali.Karataș köșesinden bașlayan kabz hali Irak ve Șam köșelerine kadar devam ediyor.Șam köșesinden dönünce hafif bir meltem esiyor ve bast haline dönüyor.

 

Tavaf esnasında Hint-Pakistan-Afganistan bölgesinden gelen müslümanların sürekli acelecilikleri dikkatimi çekiyor. Önlerine gelen herkesi sağa sola itekleyerek acele ve hızlı tavaf etmeleri herkesi rahatsız ediyor. Tavafın ilk üç șavtında Remel yapılmasının sünnet olduğunu ben de biliyorum ama bunlar yedi șavtta da remel yapıyorlar herhalde.

 

Rasûlüllah (s) efendimiz Hudeybiye anlașmasından bir yıl sonra umre yapmak için Mekke´ye gelirler.O yıl Medine de humma hastalığı vardır. Bunu duyan kureyș müșrikleri, zayıf düșmüș müslümanları görmek ve alay etmek için Dar´un Nedve önünde toplanırlar. Bunu anlayan Efendimiz (s) sağ kolunu ihramının dıșına çıkararak pazusunu șișirir ve tavafın ilk üç șavtını kısa adımlarla koșarak remel yapar ve ashabına da;"Bugün kendini onlara kuvvetli gösterenlere Alah rahmet etsin" buyurur.

 

 

Özay Arslan / Almanya

 

 

Dağı Özleyen Adamın Şiiri

 

açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ sakın sorma bana neden sevdiğimi gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın pelit ağacını yağmuru karı gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini ve fırtınayı bile yalnızlığı ve korkuyu bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ

 

annem dağ gibi bir köylü kadını sessiz mahzun ama başı dik kararlı yüreğinde kırların bütün çiçekleri ve bütün kuşları gökyüzünün bir yanı çalı çırpı bir yanı süt bakracı başında ak tülbendi ve dağların dumanı ardında bir ben bir kardeşim kuzu ve çocuk kalbimde yüzünden derlediğim deste deste gülüş annem dağ gibi bir köylü kadını

 

babam geride kalmış çok az güllerden fakir ve o kadar âşık fakir ve o kadar mağrur ve o kadar mümin babam da bir dağ / başı yüksek başı karlı dumanlı tipili boranlı sallar geçirmiş deli sulardan büyük yangınlar söndürmüş eşkıya atlatmış hayatın deli akışında yaralar almış umur görmüş ağlamış bozgun görmüş ağlamış allah demiş ağlamış muhammed demiş ağlamış babam geride kalmış çok az güllerden

 

açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ keklik ötüşlerinde ve kekik kokularında yuğmuşum kalbimi aklımı sahici ceylanlar dahi okşamışım bakışlarımla onlara eş kızların uykularına mihman olmuşum sakın sorma bana neden sevdiğimi kaya diplerindeki yaşlı badem ağaçlarını ince uzun yoksul keçi yollarını karanlığı geceyi çarşaf gibi sallayan kurt ulumalarını ve dikenleri bile çıyan ve akrepleri bile korkuyu ve yalnızlığı bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ

 

 

Vahap Akbaş

 

 

(VAHAP AKBAŞ, DAĞI ÖZLEYEN ŞAİRDİR. ONU BÖYLE BİR ŞİİRİYLE HATIRLAYALIM VE KENDİSİNE DUA EDELİM. ŞİFA BULSUN DA DAHA NİCE ŞİİRLER YAZSIN.)

 

YAKUTİ Gönlümü yanına yoldaş edip al Al götür yolunun gittiği yere

 

Ben şiir söyleyim sen sazını çal Gitmeli dertlerin bittiği yere Ne yolunu uzat ne çabuk bitir Orada dostlara arzumu yetir Misafir gönlümden bir selam götür Baba İhsani'nin yattığı yere Atiyi düşünüp maziye yanma Başına geleni tesadüf sanma Yolum uzun diye sakın usanma Arzun getir elin yettiği yere Nerede divani ecdadın atan Var mı oralarda dost eli tutan Gurbet dedikleri bir garip vatan Kurulmuş hasretin tüttüğü yere Yakuti'de bilir bu dünya fani Alıp yutmuş nice benim diyeni Ölürsem arzumla defnedin beni Yetim çiçeklerin bittiği yere Hacer Alioğlu Yakuti