Hayata delice bel bağlama


  • Kayıt: 10.08.2015 21:17:00 Güncelleme: 10.08.2015 21:17:00

İnsan ölmek hiç istemez. 90 yaşında dahi olsa ölümü çok uzak görür 
kendinden. Hala hayata dair planlar yapar, sanki önünde uzun bir 
ömür varmışcasına. Allah Bakara Suresi 76. ayetteki “(Onlardan) 
Her biri, bin yıl yaşatılsın ister” ifadesiyle insan nefsinin bu 
içgüdüsüne dikkat çeker.

 


Kendinden çok uzak görse de aslında herkes ölecek yaşta. Küçük bir 
çocuk da, yetişkin bir insan da aslına ölüme eşit mesafede. 
Kimsenin ne kadar yaşayacağının ise hiç bir garantisi yok, o yüzden 
kimse kendisini bir başkasından daha uzak göremez ölüme.

 

Hayat bir kum saati gibi. Doğmamızla birlikte kum saatinin dolu 
tarafı artık boş tarafına doğru akmaya başlıyor. Ve gitgide kum 
taneleri azalıyor. Bizim düşünmemiz, düşünmememiz, unutmamız 
ya da unutmamamız farketmiyor. O kum saati akmaya devam 
ediyor. Ta ki sonuncu kum tanesi o kum saatinin ince yerinden 
aşağıya akana kadar. Kimin kum saatinin ne kadar dolu olduğunu 
ise sadece Allah biliyor.

 

O kum saatinin akıp bitmesi bir gözaçıp kapaması kadar sürüyor 
aslında. Ama o anları yaşarken insana ömür hiç bitmeyecekmiş gibi 
uzun geliyor. Allah bize bu algıyı hayatımız boyunca yaşatıyor. 
Halbuki açık şuurla düşünülse, hayatımız birkaç on senelik 
safhalardan oluşuyor aslında. Çocukluk dönemini, hastalıklarla, 
zayıflıklarla geçecek yaşlılık dönemlerini de çıkartırsak, aslında 
gerçek anlamda yaşayacağımız en fazla 2-3 tane 10 sene kalıyor 
geriye. O da sağlıklı ve güçlü mü geçecek yoksa hastalıklarla mı? 
Bunu da sadece ve sadece Allah biliyor. Çünkü kaderimizi takdir 
eden O.

 


İmtihan olduğumuz için insanoğlunun nefsinde ölümü 
düşünmemeye yönelik bir inat oluyor. Aslında gözünü nereye 
çevirirse çevirsin ölümle sürekli burun buruna geliyor, ama yine de 
kendine kondurmuyor insan. Dünya üzerindeki herşey ölümlü. 
Sadece insan değil. Hayvanlar, bitkiler, böcekler, meyveler, sebzeler 
hatta eşyalar, hatta ve hatta kainatın kendisi ölümlü. Bahçedeki bir 
gül hiçbir zaman ilk günkü tazeliğiyle kalmıyor, ya da meyve 
ağacındaki bir şeftali. Kapımızın önündeki köpeğimiz ömrümüz 
boyunca yanımızda olamıyor, o da yaşlanıyor, o da hastalanıyor, o 
da ölüyor. Eşyalarımız, evimiz, arabamız eskiyor. Aslında dünyanın 
kendisi eskiyor. Ölümün bu kadar hakim olduğu bir ortamda insan 
hayatın bu gerçeğine şaşırtıcı şekilde kulaklarını ve gözlerini 
kapatabiliyor. Bu gerçeğe kör kalabiliyor.

 

Halbuki Allah bizim ölümü düşünmemizi istiyor. Peygamber 
Efendimiz (sav) de “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın” 
diye bildiriyor. (Tirmizi, 2307) Çünkü ölümü düşününce, dünyanın 
geçici bir yer olduğunu anlamaya başlıyor insan. Ahiretin asıl 
yurdumuz olduğunu, ahirete yönelik hazırlık yapmamız gerektiğini 
farkediyor insan. Düşünmemenin, ölümü çok uzak görmenin ruha 
verdiği şımarıklıktan kurtulmaya başlıyor insan, ölümü düşündükçe.

 

Ama pekçok insan bunu kendi iradesiyle başarma gücüne sahip 
olamıyor. Kimi korktuğu için, kimi belki tam konsantre olamadığı 
için, kimi inat ettiği için, kimi de belki hakikaten akledemediği için. 
O yüzden Allah düşündürmek, insanları Kendisine yöneltmek için 
istisnasız her insana hayatı boyunca çeşitli acizlikler, zorluklar, 
çileler yaşatıyor.

 

Çünkü Allah bizim ahirete hazırlıksız gitmemizi istemiyor. Ahirette 
geri dönüşü olmayacak bir pişmanlık yaşamamızı istemiyor. Allah 
biz kullarının mutlu olmasını, güzel bir hayat yaşamasını istiyor. 
Bunun için de bizim güzel bir ahlaka ulaşmamızı istiyor.

 

Hayatımız boyunca yaşadığımız, hatta ilk bakışta olumsuzluk olarak 
değerlendirdiğimiz hastalıklar, sakatlıklar, eksiklikler, yaşla birlikte 
gelişen değişimler hep bu hikmetle yaratılıyor. Daha güzel bir 
ahlakta olalım, daha derin bir bakış açısına sahip olalım, öleceğimiz 
gerçeğini unutmayıp ona göre ayakları yere basan olgun bir ruhta 
yaşayalım diye.

 

İnsanlar hep sağlıklı olsalar, hep genç kalsalar bu dünyaya delice 
bağlanma hırsları daha kuvvet kazanabilir. Halbuki yüzündeki 
yaşlanma belirtilerini görmeye başlayan insan, belki bir gün önce 
tamamen sağlıklıyken, bir gün sonra şiddetli ağrılarla uyanan insan, 
doktora gittiğinde kansere yakalandığını öğrenen insan, araba 
kazası geçirip de hayatının en güçlü çağlarında kolunu-bacağını 
kaybeden insan beynini düşünmeye daha kolay odaklayabilir.
Ölümlü olan bir bedenle, ölümlü olan bir hayata bu kadar delice bel 
bağlamanın mantıksızlığını anlamaya başlar. Tabii imana yatkın bir 
aklı ve ruhu varsa.

 


Önem verdiği konular değişmeye başlar. Dünyadaki mal-mülk, 
güzellik, zenginlik, kariyer gibi şeylerin geçici olduğunu, hatta tek 
bir MR sonucuyla bile önemlerini yitirdiğini anılmaya başlar. Belki 
20-30 sene bu inançla yaşamış olabilir bir insan ama tek bir hastalık 
belki onun bu hatalı bakış açısını değiştirmeye yeter.

 

Gazetelerde televizyonlarda çok sık görüyoruz, öncesinde imani 
derinliği olmayan, hatta kimi zaman dine karşı katı tutum sergileyen 
insanlar, bir hastalık sonrasında Allah’a yöneldiklerini, ahiretin 
varlığını, imanla huzur bulduklarını anlatmaya başlıyorlar. Neden? 
Çünkü belki de o zamana kadar düşünmesi gerektiğini dahi 
düşünmemekten kaynaklanan bir gaflet oluyor üstlerinde. Ani 
karşılaşılan o hastalıklar, o zorluklar insana düşünmeyi hatırlatıyor. 
Düşünen insan da gerçekleri görebilmeye başlıyor.

 


Allah kullarına karşı çok merhametli olan. Dünyadaki tüm zorluk ve 
sıkıntıların temelinde kullarına olan sevgisi hakim. Bu vesileyle Allah 
kullarını eğitiyor. Dünyada bir gözaçıp kapama süresi boyunca belki 
insanın canı yanıyor, zorlanıyor, sabretmesi gereken hallerle 
karşılaşıyor. İmtihanın gereği olarak o anlık süreyi çok uzun da 
algılatabiliyor Allah. Ama Allah bu eğitimin sonucunda kullarının 
ahirette sonsuza kadar mutlu, neşe, sevinç içinde yaşamalarını 
nasip ediyor.