Raşit Bal'ın Kaleminden: ''Utrecht Müzesi'ndeki kutsal yerin maketi ve düşündürdükleri''


  • Kayıt: 04.08.2021 09:16:49 Güncelleme: 04.08.2021 09:17:49

Raşit Bal'ın Kaleminden: ''Utrecht Müzesi'ndeki kutsal yerin maketi ve düşündürdükleri''

Raşit Bal

On dokuzuncu asır sömürgeciliğin zirve yaptığı asırdır. Bütün dünya, Batılı üç-beş ülkenin sömürgesi olmuştur. Birkaç ülke ise halen bağımsızdır. Stratejik olmadığı için.

Sömürgeci ülkelerin kendi aralarındaki dengeyi bozmamak için. Osmanlı ve İran gibi ülkeler bunlarda ikisi. Bu stratejik ilişkilerde, sömürgeci güçler bu ülkelerde oynamıştır. Osmanlı'yı ayakta tutan ne 2. Mahmud’un başlattığı reform hareketleri, ne de Abdülhamid II’nin ‘derin siyaseti’. Sömürgeciler düpedüz çökmesini uygun görmemiştir ve ondan dolayı da çökmesi ta birinci dünya savaşına sarkmıştır.

O dönemlerde ‘Batı’ iki şeyle temsil ediliyordu. Birincisi ‘Bilim ve Aydınlanma’. 

Bilim ve Aydınlanma sayesinde Batı kalkınmış ve güçlü olmuştu. Bu anlamda ‘bilim’ tam bir nimetti. Bilim sayesinde tabiatın kontrol altına alındığı inancı hakimdi. Aydınlanma ise ‘insanlığa ‘barış’ ve özgürlük’ getiriyordu. Bunlar da tam bir nimetti. Batının liderleri ve önderleri batının ‘bilim ve aydınlanmayı bütün dünyaya yaymalıyız. Bu nimetleri kendimize saklamamız insani olmaz’ deyip, bir taraftan diğer ülkeleri ‘sömürüyorlar’ bir taraftan da onlara ‘bilimi ve aydınlanmayı’ öğretiyorlardı. Bati hariç diğer ülkelerin lider ve aydınlarının çoğu de böyle düşünüyorlardı. ‘Kurtuluş batıdan gelen bilim ve aydınlanmadadır’ diye inanıyor ve Bati kültürünü, davranışlarını, giysilerini, kanunlarını ve hayat tarzlarını ‘taklit’ etmeye çalışıyordu. Tam bir şaka gibi.

Batı’yı temsil eden diğer bir husus ise, Hristiyanlık. 

Her ne kadar batıda Modern Bilim ve Aydınlanma Hristiyanlığa rağmen ortaya çıkmıştır algısı olsa da. Ancak Hristiyanların kendileri böyle düşünmüyorlardı. Modern Bilimin ortaya çıkması kilisede başlamıştı. Kilise ortamında ilk temeller ve başlangıç adımları atılmıştı. Ve bilimin ilerlemesinde ve yayılmasında kilisenin katkısı halen canlı idi. Ve on dokuzuncu asır Bilim, Aydınlanma ve Hristiyanlık için çok başarılı bir dönem oldu. El ele vererek bütün Afrika bu asırda Hristiyanlaştırıldı. Bilim ve Aydınlanma için ise daha çok asırlara ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Bir anda Hristiyan olursun ama bir anda aydınlanamazsın!

Batı’da yaygın olan bu tutum ve inanıştan dolayı pek çok Hristiyan din adamı dünyaya yayılıp Hz. Isa’nın Tanrı olduğunu falan anlatmak için can atıyorlardı. Tüm Afrika, Mısır, Endonezya, Lübnan, Filistin gibi ülkeler/bölgeler bu tip misyoner Hristiyanlar için oldukça cazibeli yerler idi. Amerika’dan, Ingiltere’den, Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan binlerce misyoner bu ülkelere gidip İsa’nın tanrının oğlu olduğunu anlatmayı kendilerine görev biliyorlardı. Hatta okul, üniversite gibi eğitim kurumlarında oluşturmakta idiler. 19. asırda Osmanlı’nın merkez şehirlerinde yüzlerce misyonerler tarafından açılmış eğitim ve araştırma kurumlar oluşmuştu. Üstelik bu bölgelere giden misyonerler çok da gayretli idiler. Batıdaki kurumsallaşmış dindarlığı beğenmeyen veya içten bulmayıp, hidayetlerine vesile olacakları yeni ve acemi insanlar arıyorlardı. İncilin öykülerini, İsa'nın tanrı olduğunu ne kadar çok insana anlatırsa, o kadar insanlığın kurtulmasına vesile olduğuna inançları tamdı. Şüphe etmek için hiçbir gerekçeleri de yoktu.

Almanya'nın güneyinde doğmuş, büyümüş Conrad Schick diye bir (bizim için hiçbir anlamı olmayan) adam da böyle birisiydi. İsa'ya kendini adamış. Yanıp tutuşuyor tanrının sözünü yaşamak ve anlatmak için. Alman kilisesini ve dindarlığını beğenmiyor. Yüzeysel ve şekilci buluyor. Tabii sıkılıyor Almanya’da da. Ana kiliseden kopuyor ve ‘halaluya’ (neşeli) diyebileceğimiz bir Hıristiyan tarikatına giriyor. Bu da sarmıyor ve misyoner olarak 1840 yıllarında 25 yaşında iken Kudüs'e gidiyor. Oradaki birkaç Yahudi ve Müslüman genci Hristiyanlığa döndürmek için. Tabii çok heyecanlı. Gruplar oluşturuyor. Başlıyor İsa'nın tanrı olduğunu anlatmaya, ‘Isa’ya teslim olun ve kurtulun’ şeklinde. Ama ne ki, Gençler hiç etkilenmiyorlar. Kısa zamanda dağılıyor çalışması. Misyoner ve genç Schick şimdi ne yapacak? Geri dönse de olmaz. Başlıyor, Kudüs deki kutsal mekânların tarihini ve yapısını araştırmaya. Özellikle Mescidi Aksa bölgesinde yoğunlaşıyor. Senelerce bölgeyi anlamaya çalışıyor. En önemli sorusu da, İsa’dan sonra 70’de yıkılmış olan Süleyman Mabedinin tam olarak yerini bulmak. Herif, Haremi Şerifin temellerini, kanallarını ve alt katmanlarının haritasını çıkartıyor. Conrad Schick, papaz değil, mimar olduğundan bunu iyi yapıyor. Sonunda bulamıyor tam yerini. Kubbatus Sahra’nın tam altında ‘kurban tasının’ olduğunu tespit ediyor. Ancak, buradan itibaren doğuya doğru kalan bölge Süleyman Mabedi için küçük kalıyor. Beceremiyor. Pes ediyor ve diyor ki ‘Tanrı-Isa döndüğünde O doğru yeri bulur ve bu zaten yakında olacak’.

Bu sonuçta işe yarayan bir durum değil. Kudüs halen Hristiyan da olmadı. Şimdi ne yapacak adam? Başlıyor kutsal bölgenin ufak tefek maketini yapmaya, taşını falan biriktirmeye. Ancak adam sıkılıyor da. Almanya'ya geri dönmeyi kendine de yediremiyor. O arada, 1879 yıllarında, Hollanda’dan oralarda misyonerlik yapan, Leendert Schouten diye bir adamla karşılaşıyorlar. Protestan bir Papaz. Tutucu ve katı bir Hristiyan. Dini duygusal ve somut olarak yaşamaya önem veriyor. Bu Schouten, Schick’e Harami Şerifin (mabet tepesinin) maketini yapmasını istiyor. Ücret karşılığında. Aksa camisinin, Ağıt duvarının, Kubatüs Sahra’nın, mezarlığın, girişlerin-çıkışların ve medreselerin aslına uygun ve sanatsal bir yöntemle yapıyor maketini. Hatta üç boyutlu olarak yapıyor maketi. Kanalları, temelleri hepsi de makette yer buluyor.

Papaz Schouten bu maketi Hollanda’ya getiriyor.

Ve başlıyor herkesin gösterimine sunmaya. Binlerce öğrenci geliyor ve çok heyecanlı bir şekilde anlatıyor bölgeyi. Belki de pek çok kişi, daha iyi Hristiyan oluyor. Hatta Kraliyet ailesi de sık sık geliyor. Daha sonra Papaz Schouten’in koleksiyonu şahsi müzeye dönüşüyor. Yirminci asrin başından itibaren bu Papaz Schouten’in koleksiyonu ‘İncil Müzesini’ olarak devam ediyor. Maketle beraber binlerce objesi olan zengin bir müze ortaya çıkıyor. Bir asırdan daha uzun kutsal bölgenin maketi ve buralardan toplanmış taş, dal, toprak ve diğer kalıntılar Amsterdam’da gösterime sunuluyor.

İncil Müzesi bu başarısızlığın öyküsü aslında.

Başlangıçta, büyük bir özgüvenle kutsal bölgeye misyonerlik için gidenler, Hristiyanlığı oralara götürmekte başarısız oluşun, oraların kalıntılarını buralara getirmeye karar veriyorlar. İncil Müzesi bu başarısızlığın öyküsü aslında. Çok ta ironik. Oranın İsa’sının ‘doğumu, ölümü, oturması, kalkması, yemesi üzerinden oluşmuş kutsal öykü buralara ilham veriyor ve ilkel ve vahşi Bati Hristiyan oluyor. Yirminci asırda ise, oradan gelen, Isa’nın izlerini taşıyan taş, toprak, ağaç dalları buranın daha iyi Hristiyan olmasına vesile oluyor. Uzağı yakınlaştırıyor. Oraları buraya getiriyor.

Ancak 21.ci asra girdiğimizde toplum iyice sekülerleşiyor.

Bu asır ise Hristiyanlığın ‘çöktüğü’ asır oluyor. Ve pek Hristiyan da kalmadı artık. Hele maketten, taştan, topraktan, sembollerden etkilenecek Hristiyan hiç kalmamış. İncil Müzesi’de ziyaret edilmiyor artık. Ne yapsın ziyaretçisi olmayan müzeyi? Geçenlerde kapatmaya karar vermişler. Harami Şerif maketini Utrecht Catharijneconvent Müzesine hediye etmişler. Geçtiğimiz hafta, bir grup önder Hristiyan ve Yahudi ile ziyaret ettik. Çok güzel. Etkilendik. İlham verdi. Gerçi maketin içerdiği sembolik binalarla ilgili izahı pek beğenmedim. Yüzeyseldi. Herkes sordu, bölgenin etrafına yapılmış binaların ne olduğunu, ancak iyi cevap vermediler. Müze oldukça zengin. Oldukça çok İslami eser de yer almış. Daha önce bir grup cami imamı ile de ziyaret etmiştik. Herkes çok memnun kalmıştı. İslami okulların öğrencilerini bu müzeye götürmeleri, maketi üzerinden bölgeyi anlatmaları oldukça etkili olur.

Nereden nereye?

Raşit Bal