Hollanda'nın İstanbul Başkonsolosu ile söyleşi
Dünya nüfusunun yarısından fazlasına, yakın gelecekte ev sahipliği yapacak olan kentler, bazılarına göre iklim değişikliği ile mücadelede geleceğimizi belirleyecek ana faktör olacak. “İklim değişikliği ve iklim adaptasyonuna baktığınızda kentlerde ve yönetimlerinde büyük bir enerji görüyorsunuz. Ulusal düzeyde harekete geçmek çok daha zor” diyen Hollanda’nın İstanbul Başkonsolosu Bart Van Bolhuis de aynı fikre sahip. Ancak Van Bolhuis’a göre birbirimizin başarılarından ve hatalarından öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü “Aşırı iklim olaylarını daha fazla yaşayacağımızı hepimiz biliyoruz”.
Van Bolhuis ile akıllı, esnek ve döngüsel kent kavramlarını tartıştık, kentlerin iklim değişikliği kapsamındaki rolünü konuştuk…
Hollanda Kent Yaklaşımı kent kimliği yaratmakta harika bir örnek olarak karşımızda duruyor. Bu girişimin içerisinde yer almış biri olarak yaklaşımı nasıl tanımlarsınız?
''Bu yaklaşımın harika bir girişim olduğunu düşünüyorum. Ben de kişisel olarak içerisinde bulundum ve bu süre zarfında güzel işler yaptığımızı söyleyebilirim. Hollanda’da kurumların birlikte çalışması gerektiği düşüncesine oldukça fazla inanıyoruz. STK’lar, hükümet ve özel girişimler büyük inovasyonlarda bir araya gelerek çalışıyorlar. Kentlerin çevre ile ilgili büyük problemler yaşadığını biliyoruz. Biz de Hollanda’daki üniversitelerle ve kent tasarımı konusunda aktif çalışmalar yürüten şirketlerle toplanıp, kentlerin bu problemlerine nasıl çözümler getirebileceğimizi tartışıyorduk. Ana odak noktamızı da yaşanabilir kentler yaratmak adına kentlerin dokusunu nasıl tasarlayabiliriz sorusu oluşturuyordu.''
Sizin de bildiğiniz gibi kentlerin nüfusu her geçen gün artıyor. Yapılan araştırmalar 2050 yılına kadar dünya nüfusunun %75’inin kentlerde yaşayacağını ortaya koyuyor. Kentlerin bu anlamda atması gereken öncelikli adımları nelerdir?
''Kentlerin şu an üzerinde çalıştığı birçok konu olduğunu biliyorum. Örneğin, büyük kentlerin oluşturduğu işbirliği sonucunda ortaya çıkan C40 adlı organizasyon bu konuya odaklanıyor. İklim meselesi bunların başında geliyor. Aynı zamanda enerji alanında yerel üretim ve depolamaya geçiş üzerine çalışıyorlar. Belki de daha önemlisi kentlerin iklim değişikliğine nasıl uyum sağlayabileceğini, nasıl esnek kentler yaratılabileceğini tartışıyorlar. Bu özel senaryoda Hollanda’nın oldukça tecrübe biriktirdiğini düşünüyorum. Rotterdam şehrinin altyapısında iklim değişikliği göz önünde bulundurularak yapılan çalışmalar ve benzerleri güzel örnekler oluşturuyor. Bunların yanında her büyük kentte görebileceğiniz trafik ve kirlilik sorunu var. Akıllı Mobilite (Smart Mobility) denilen kavram paylaşım ekonomisi ile birlikte kentlerin bu problemlerine bazı çözüm önerileri getiriyor. Mesela, Hollanda 2030 tarihinden itibaren sadece elektrikli otomobillere izin vereceğini, benzinli ve dizel araçları yasaklayacağını duyurdu. Bisikletin de göz ardı edilmemesi gerek. Bütün bu akıllı ve yeşil mobilite sisteminin daha da gelişerek sağlıklı kentlerin gelişimine katkıda bulunacağını umuyorum. İnsanlar hava kirliliği nedeniyle yaşamlarını yitiriyorlar. Bu sebeple bu sistemin gelişmesi gerekiyor. Buraya yapılacak yatırımlar trafik sıkışıklığına da bir çözüm olabilir.
Çünkü bu sıkışıklık insanların üretebileceği zamanı trafikte harcamalarına neden oluyor ve ekonomik bir zarar doğuruyor. Diğer bir konuyu ise döngüsel ekonomi oluşturuyor. Hollanda’da döngüsel ekonomi odaklı bir hareket başladığını söyleyebilirim. Kent tarımcılığı gibi farklı alanlarla ilişkilendiriliyor. Döngüsel ekonomi anlayışı ile atıkları da bir ürüne çevirip kullanıyoruz. Anlayacağınız, atığa sadece atık gözüyle bakılmıyor. Mesela Rotterdam’da harika bir örnek var. Kahvelerden artakalan telveler mantar üretiminde kullanılıyor. Mantarlar yerel olarak o kentte yetiştiriliyor ve restoranlarda tüketiliyor. Kahve telveleri de restoranlardan toplanıyor. Yani yerel ölçekte döngüyü kapatıyorlar. Bu sadece bir örnek. Bira üretimi yapanlar da fırınların atıklarını alarak üretimlerinde kullanıyorlar. Döngüyü kent düzeyinde kapatabilmeyi başarmamız gerekiyor. Bu da kentlerin önündeki üçüncü zorluk ve aynı zamanda bir fırsat. Çünkü birçok sorun kentlerde bir araya geliyor. Kentlerin aynı zamanda yaşayan birer laboratuvar olduğunu da düşünürsek fırsat tam da buradan doğuyor.''
O zaman siz de birçok insanın ulusal devletlerin değil kentlerin geleceğimizi belirleyeceğine dair görüşüne katılıyorsunuz.
''İklim değişikliği ve iklim adaptasyonuna baktığınızda kentlerde, kent yönetimlerinde büyük bir enerji görüyorsunuz. Ulusal düzeyde harekete geçmek çok daha zor. Bununla birlikte ABD yönetimin iklim değişikliği konusundaki tutumu da malum. Kentler ise politikaları ve uygulamalarıyla çok aktif bir rol oynuyorlar. Bu görüşün hayata geçmeye başladığını da düşünüyorum. Hollanda’da kısa bir süre göreve başlayan yeni hükümetin iki başbakan yardımcısı kent düzeyinden geliyor. Birisi Amsterdam, “Amsterdam enerji üreten bir kent. İngiltere’nin de dahil olduğu birçok ülkeden atık ithal ediyorlar. Çok üst düzey sistemler kullanılıyor ve çok az emisyona neden oluyor” birisi Rotterdam belediyesi başkan yardımcıları. Kentlerin gücünü buradan bile anlayabilirsiniz. Ancak bunun kentler ve ulusal devletler arasındaki bir yarış olmadığını da belirtmek gerekiyor.''
Biraz önce döngüsel ekonominin önemini siz de vurguladınız. Kentler bu modeli kendi sistemlerine nasıl entegre edebilir?
''Döngüsel ekonomiye geçişin bütün faydalarıyla birlikte önümüzdeki 10- 20 yılda gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Burada iş modellerini, finans sistemini, hukuk sistemini adapte etmelisiniz. Mesela bankalar kendi çalışanlarını eğitmeliler. Bir buçuk yıl önce gerçekleşen bir toplantıda bu konuyu ülkelerin diğer temsilcileriyle tartışırken şöyle bir örnek verdim. Atık artık var olmayacak. Ancak kanunlar atığı halen atık olarak görüyor. Şu an onu bir ürün olarak görmemiz gerektiğini biliyoruz. İhracat ve ithalat yasalarını buna göre değiştirmeniz gerekiyor. Böylece atıklar için yeni bir pazar oluşturabilirsiniz mesela. Döngüsel ekonomiyi iklim değişikliği ile mücadelede en büyük katkıyı verebilecek bir model olarak görüyoruz. Geçen sene Hollanda’da bazı hedefler belirledik. Bu hedeflere göre 2050’ye kadar döngüsel ekonomiye geçmiş olmamız gerekiyor. 2030’a kadar ise metal, fosil yakıt gibi ürünlerin girdisini %50 oranında düşürmeliyiz. Enerji tüketimini de böylece düşürebiliyorsunuz. Döngüyü bu şekilde kapatabilirsiniz. Bu hedeflerimiz Paris Anlaşması’ndaki ulusal hedeflerimize ulaşmamıza da yardım edecek. Biraz önce bahsettiğim telvenin mantar üretiminde kullanılması gibi ufak örneklerin yanı sıra Unilever gibi uluslararası firmaların da çalışmalarından bahsetmek gerekiyor. Onlar da tamamen döngüsel ekonomiyi temel alan bir iş modeline geçme planı yapıyorlar. Philips aydınlatma da ampul veya lamba satmayacaklarını, hizmet olarak ışık satacaklarını açıkladı. Her türlü malzemenin üretim odağı, daha verimli bir hale gelmesi ve materyal girdisini azaltmak adına hizmet alanına kaydırılıyor. Haliyle şirketler için direkt fayda sağlıyor. Ancak bu sisteme geçişin kolay olacağını söylemek zor, çünkü adı üstünde, bu bir geçiş ve birçok şeyi değiştirecek.''
Enerjiyi verimli kullanmak hemen bütün araştırmaların bir çıktısı olarak karşımızda duruyor. Kentler verimlilik konusunda nasıl bir yol izleyebilir?
''Amsterdam’daki büyük bir tesiste geri dönüştürülemeyen şeyler enerji üretiminde girdi olarak kullanılıyor. Amsterdam enerji üreten bir kent. İngiltere’nin de dahil olduğu birçok ülkeden atık ithal ediyorlar. Çok üst düzey sistemler kullanılıyor ve çok az emisyona neden oluyor. Tabii burada akıllı kentler devreye giriyor. Benim görüşüme göre enerji geçişi sadece fosil yakıtlardan yenilenebilirlere olmayacak. Aynı zamanda büyük enerji üretimlerinden küçük ölçekli enerji üretimlerine geçiş de söz konusu olmalı. Evler enerji üretebilir ve depolayabilir. Teknoloji bunu mümkün kılıyor. Bu biraz da zorunluluk haline gelmeye başlayacak. Ticari ve yerleşim alanları olarak binaların enerji verimliliği de aynı şekilde kritik. Yeni hükümetimiz de enerji verimliliğinde yeni bir seviyeye geçmek için büyük bir yatırım yapma kararı aldı. Paris Anlaşması hedefine ulaşmamız için büyük bir adım olacak. Her zaman bu konuda yatırım yapmalısınız.''
Peki kentlerin geleceğini kim şekillendirecek? Özellikle katılımcı bir yaklaşım oluşturmak için nasıl modeller oluşturulabilir?
''Burada hem belediyelere hem de o kentte yaşayan insanlara iş düşüyor. Ancak kentlerde yaşayan insanların büyük bir rolü olduğunu söylemeliyim. Hollanda’da “Hollanda Diyaloğu” diye adlandırdığımız sürece büyük bir inancımız var. Bu süreçte toplanıyoruz ve beraber yaratma evresini başlatıyoruz. Yerel organizasyonlar ve tasarımcılar ile atılacak bir sonraki adımı tartışıyoruz. Aslına bakarsanız bu bizim uluslararası olarak da işlettiğimiz bir süreç. Kasırganın New Orleans’ı vurmasından sonra orada çok aktiftik. Su yönetimi ile ilgili yeni bir sistem kurmak için orada bulunduk ve başardık. Masada sadece hükümetten insanlar yoktu. Benim de içerisinde bulunduğum bir projede Los Angeles’taki nehir için bir çalışma yürüttük. İnsanları uzmanlarla bir araya getirdik ve beraber yaratma sürecini başlatarak projemizi tamamladık. Burada önemli olan sadece insanlar arasındaki bağlantıyı kurup birbirlerini desteklemelerini sağlamak değil, aynı zamanda kent yönetiminin düşünemeyebileceği inovatif fikirleri hep beraber ortaya koymak. Tabii bir noktadan sonra kent yönetimiyle de iletişim halinde oluyorsunuz.''
Kendini iyileştiren asfalt ve solar otoyollar gibi inovatif teknolojik ürünler konuşulmaya başlandı. Bu teknolojilerin varacağı nokta neresi olabilir? Ayrıca bu teknolojilere yeterince ilgi olduğunu düşünüyor musunuz?
''Birçok yeni teknolojiye sahip ürün geliyor ve bunların en büyük özelliği düşük maliyetli olmaları. Şu an 10 yıl öncesine göre karşımızda çok farklı bir tablo var. Akıllı insanlar bu teknolojilerle ilgileniyorlar. Bunu da sadece kendilerini adadıkları için değil, ortada bir de pazar olduğu için yapıyorlar. Bu teknolojik inovasyonlarla ilgili gerçekten iyimserim. Kentlerin de bu teknolojileri uygulamak için iştahı olduğunu görüyorum. Kentleri yaşayan bir laboratuvar olarak gördüğümü belirtmiştim. Bu teknolojileri aldığınız zaman bunların kanıtlanması gerekiyor. Başarısız da olabilirler ama denemek zorundasınız. Bu da risk almanız gerektiği anlamına geliyor. Bu yüzden yaşayan laboratuvarlara ihtiyacımız var. Böylece bu teknolojiler test edilebilir. Aynı zamanda hükümetler ve kent yönetimleri için başlangıç müşterisi diyebiliriz. Böyle teknolojilerin maliyeti başlangıçta ağır olabiliyor. Rüzgar enerjisi kapasitesine bakın. Devlet desteği olmadan böyle bir şeyi başlatmak mümkün değildi. Şimdi ise Hollanda’da devletin bir kuruşu olmadan ilk offshore rüzgar parkı kuruldu. Bunda teknolojilerin gelişmesinin de payı var. Ancak devletlerin ve kent yönetimlerinin rolü kilit pozisyonda.''
Kısa bir süredir İstanbul’da bulunuyorsunuz. Kent hakkındaki ilk gözlemleriniz neler?
''Birkaç aydır İstanbul’dayım ve burada olmaktan dolayı çok mutluyum. Harika etkinlikler düzenleniyor. Kendimi evimde gibi hissediyorum. Aynı zamanda her metropolde olduğu gibi İstanbul’un da iklim adaptasyonu ve altyapı, hava kirliliği ve mobilite konularında büyük sorunları mevcut. Mesela İstiklal Caddesi’nde yoğun bir çalışma var. Ancak biraz endişeliyim. Şehri yağmurdan yalıtmak imkansız. Su toprağa sızamayacak. Aşırı iklim olaylarını daha fazla yaşayacağımızı hepimiz biliyoruz. Birkaç hafta önce de burada (başkonsolosluk) aynı şeyi yaşadık. Yarım saatte çok yoğun bir yağış oldu. Biz de harekete geçtik ve bahçemizde bazı önlemler aldık. İstanbul ile birlikte çalışmayı dört gözle bekliyorum. Deneyimlerimizi paylaşmaktan memnuniyet duyacağım. Tabii “bunu şöyle yapmalısınız” demek benim görevim değil. Deneyimlerimizi, başarılarımızı ve başarısızlıklarımızı paylaşmayı teklif edebilirim ve böylece birbirimizden birçok şey öğrenebiliriz, çünkü İstanbul Avrupa’nın en büyük kenti. Açık süreçlere gerçekten inanıyorum. Bu üç konuda daha hızlı sonuca varmak için de birbirimize ihtiyacımız var. Hollandalı STK’lar, üniversiteler ve şirketler de Türk ortaklarıyla çalışmaktan memnun olacaklardır.''
Röportaj:İlhan KARAÇAY