Hollanda’nın etkin gazetelerinden biri olan, NRC-Handelsblad, Hollanda’nın terörizmle mücadele etmekten sorumlu gizli servisini (NCTV) yakın takibe aldı. Son aylarda yaptığı yayımlarda bu kurulusun varlığının ve çalışma yöntemlerinin kanuni dayanaktan yoksun olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmaya göre NCTV ciddi bir gerekçe olmadan, insanlarla ve kuruluşlarla ilgili bilgi topluyor, takip altına alıyor ve sızma çalışmaları yapıyor. NRC’in en son haberinde göre (15 Ekim 2021) bu tip istihbarı çalışmalarda NCTV’nin yalnız çalışmamış. Bu habere göre 10 tane belediye şehirlerinde bulunan cami cemaatleri hakkında NTA diye bilinen özel bir şirket vasıtasıyla gizlice istihbarı bilgi topladıkları ortaya çıktı. Gizli elamanları cemaatlerin içine sızdırarak. Tam bir ispiyonlama faaliyeti. Üstelik bu kanunsuz çalışmaları belediye idaresinin NCTV tavsiyesi ve maddi desteği ile yaptıkları da ortaya çıktı.
Bu haberin en şok eden boyutu, NTA araştırma şirketinin hem idaresinin ve hem de sahaya sürdükleri sızma uzmanların Müslüman ve cemaatten olmaları oldu. Sakalları ve giysileri ile takva görünümlü ve ‘bizden’ ve ‘kardeşlerimiz’ dediğimiz insanlar bunu yapmışlar. Bizimle beraber saf tutmuşlar, ibadetlerimize katılmışlar ve bizimle sohbet etmişler. Anlaşılan bunları yaparken, asil maksatları belediyeler için bizi ispiyonlamakmış. Bu yetmiyormuş gibi bir de topladıkları bilgilerden hareketle kimin ‘makul’ ve kimin ‘aşırı’ ve ‘tehlikeli’ olduğunu da belirliyorlarmış. Tam bir haritalama çalışması.
İkinci şok eden husus ise bu çalışmayı belediye başkanı ve idaresinin yapması.
Bahsi gecen belediyelerde bulunan cami cemaatleri bir taraftan belediye başkanı ve memurları ile iyi ilişkiler kurarken diğer taraftan da aynı başkan ve memurlar arkadan bu tip sızmaları organize ediyormuş. Bu durumda belediye başkanına ve memuruna nasıl güveneceksin? Bu durumda İslami kuruluşlar ve devlet arasında müthiş bir ‘güven’ krizi oluştu.
Bu kadar şok edici ve kanunsuz islerin ortaya çıkmasına rağmen ortaya çıkan haber Hollanda toplumunda hiçbir karşılık bulmadı.
Temsilciler Meclisi bu konuyu gündemine almadı, soru önergeleri yağmadı, diğer medya kuruluşları haber yapmadı. Dikkat çekici bir ‘kayıtsızlık’ ortaya çıktı. Toplum bu tip çalasımalar anlaşılır buluyor ve sanki ‘NCTV görevini yapıyor’ gibi bir algı hâkim. Bakan Grapenhaus’la yapılan özel görüşmede ‘sızma çalışmaları kabul edilemez’ dedi. Belediyeler ‘biz asla kanun dişi ve gizli bir is yapmadık’ dediler. Sızma ve gizli bilgi toplama çalışmalarının yaptırıldığı NTA ise, ‘bizim bir kabahatimiz yok, biz samimi Müslümanlarız’ dediler. Hepsi bu.
Şimdi bu duruma nasıl gelindi? Nasıl oldu da Hollanda’da yasayan İslami cemaat bir ‘güvenlik’ meselesi oldu?
İslami kesime yönelik özel bir servisin (NCTV), hukuk devleti ilkesini de çiğneyerek, kurulma zarureti oluştu? Hatta sivil bir araştırma şirketini ‘sızma’ için devreye soktu. Bu ne kadar korku? Kesin olan bir şey var, Müslümanlar genellikle ürkek, çekingen bir toplum. Ve hiç tehlikeli değiller. 300 tane Hollanda’da dogma-büyüme çocuğun ISIS saflarında ‘cihat’ etmek için Suriye’ye gitmeleri bunu açıklamaya yetmez gibi geliyor bana. Hatta devlet daha da ileri gidiyor. Anlaşılan NCTV’nin yaptığı çalışmayı yeterli görmüyor ve NTA gibi bir araştırma kurulusun (40 kişilik bir kadro ile) oluşmasını gerekli görüyor ve İslami kesimi kendinden olan insanlarla takip altına alıyor. Halbuki daha önce ortaya çıkan haberlere göre, NCTV bünyesinde yeteri kadar Müslüman ‘uzmanlar’ vardı ve bunlar da İslami kesimi ‘analiz’ ediyorlardı. Sosyal isler bakanlığı bünyesinde yapılandırılan ESS (Sosyal İstikrar Uzmanlar Birimi), KIS (Entegrasyon ve Ortak yasam Bilgi Kurumu) ve Verwey-Jonker kurumlarda ayni doğrultuda çalışıyorlar. Bu birimler daha dikkatli ve hizmet odaklı bir yöntem izliyorlar. Bu kuruluşların da zengin kadrosu var. Bunlara ek olarak, her belediyenin kendi bölgelerinde olan İslami kesimle irtibatı saylayan ve onlarla ortak çalışmalar yapan bölüm ve uzmanları var. Bunlar dahi yetmemiş ya da bu kuruluşların deneyimleri ve görüşleri ‘tehdit’ algısını giderememiş. Demek ki, NCTV ve mevzubahis belediyelerde müthiş bir ‘ön yargı’ var İslami kuruluşlara yönelik. İslami kesim nasıl algılanıyor ki takip için meşru bir zemin oluşuyor?
Kamuoyuna yansıyan haberlere göre, gizlice sızma çalışmaları İslami kesimde oldukça büyük bir rahatsızlık, öfke ve hayal kırıklığı oluşturdu.
Özellikle bu sızma çalışmalarını belediyelerin yapması. NCTV’in yapmasına ‘neyse’ denir ancak belediyelerin bunu yapması, hiç yenir yutulur bir şey değil. Cami cemaatleri, devlete ve belediye güvenmenin çok zor olduğunu ifade ettiler ve kendilerini bir daha ‘kapattılar’. Ancak bu tutumla sorunun ne olduğu ortaya çıkmıyor, güven geri gelmiyor, ilişkiler normalleşmiyor. Hele İslam ve Müslümanların kolektif imajı olumlu oluvermiyor.
Her gerilimde olduğu gibi bu gerilimde de iki taraf var.
Temsilciler Meclisi, bakanlıklar, NCTV, belediyeler ve devlet tarafından finans edilen araştırma kuruluşları bir tarafta yer alırken, diğer tarafta cami kuruluşları, dini cemaatler ve bireysel Müslümanlar. Bu gerilimde müthiş bir asimetri var. Birinci taraf ‘her şeye gücü yeten’ Devleti temsil ediyor. Ve bu devlet modern-ulus devleti. Devletin hakim ideolojisi ve kimliğine göre hiçbir şey gözünden kaçamaz. Bu devletin vatandaşı ve sivil kuruluşları, gözden ırak, gizli isler yapamaz. Yer altına dahi inemez. Her şey şeffaf olmalı ve devletin ‘göremediği’ bir durum oluşmaması gerekmektedir. Kim devletten bir şey saklamaya çalışırsa veya devlet böyle bir izlenim alırsa, devlet gerekeni yapar ve onun başına çöker. Bu durumda Modern-Ulus Devletin davranışı pek garipsenecek bir şey değil. Bu konuda Müslümanların (ister Türk olsun ister Faslı olsun) çok deneyimleri var. İslam dünyasındaki devletlerin hepsi de tam bu yönleriyle dikkat çekmişlerdir. Kendi vatandaşının gözünü açmasına hiç müsaade etmemiştir. Modern-Ulus Devlet’inin gücünü kısıtlayan, kurumsal istismarı engelleyen ve hareket alanının sınırlarını çizen tek unsur ‘hukuk’ olmaktadır. ‘Hukuk’ zayıf ve kırılgan olan vatandaşın kalkanı olmaktadır. Bu durumda vatandaş ve sivil kuruluşların hukuka güvenmesi ve onu kendisine ‘kalkan’ yapması gerekmektedir. Devleti de bağlayan bu hukuku, vatandaş esas almazsa, sorunların çözümünü hukuki çerçevede aramazsa, o vatandaşın sığınacağı başka bir şey de yoktur. Dua ve sabır hariç.
Yukarıdaki mülahazaları esas aldığımızda, İslami kuruluşların devlete karşı ‘güvenmiyoruz’ ilanı, tam bir saçmalama olmaktadır.
‘Rahatsızlık’ tamam. ‘Öfke’, o da tamam. Ancak ‘güvensizlik’ ilanı oldukça sorunlu. Hem stratejik olarak ve hem de içerik olarak. ‘Stratejik’ olarak sorunlu, çünkü devlet ile, belediye ile ve diğer resmi kuruluşlarla devamlılık ifade eden bir muhatap olma durumu var. Ayrılamazsın. Cami yaparken ve cemaatin güvenliğini sağlarken hep devletle ortak çalışmak zorunlu. Hukuk bu ortak çalışmanın zemini ve çerçevesi. İçerik olarak ta sorunlu, çünkü sorunu çözmek için ortak olandan hareket etme zorunluluğu var. ‘Hukuk’ her iki tarafın da ortak referansı ve ölçüsü. ‘Güvensizlik’ ilanı, İslami kuruluşların güçlü dayanağı olan ortak referansı da ellerinde almaktadır. Devlete karşı toptan güvensizlik, zaten kırılgan olan İslami kuruluşları ve Müslümanları, daha da kırılgan yapmaktadır.
Tarihsel deneyim göstermektedir ki Modern-Ulus Devleti bu tip ‘hukuksuzlukları’ yapmaktadır.
Bazen hata olarak bazen de bilerek bunu yapmaktadır. Hukukun verdiği kamu görevini ve kanunun yasakladığı bir yaklaşımı (ayrımcılık) yanlış yorumlayarak pek çok vatandaşı mağdur edebilmektedir. Çocuk bakımı ödeneğindeki durum bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Bu yazının konusunda ise, hukuksuz davranışın nedeni ‘güvenlik sorunu’ olmaktadır. Devletin hukuksuz davranışını (sızma ve özel hayati ihlal) ‘meşru’ yapan ‘tehdit’ algısı olmaktadır. Devletin ‘tehdit’ algısı onun ‘olağan üstü’ koşulları oluşturmasa neden oluyor ve bu koşullarda ‘hukuk’ geçerliliğini yitiriyor. Bu yaklaşımı ve hukuksuz uygulamaları (olağan hukukun iptali) 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra da görmüştük.
Bu durumlar neyi gösteriyor?
Devlet’in ve kamu görevi icra edenlerin her zaman hukuksuz davranma ihtimalinin olduğunu. Sıfır hata olmaz. Ya da vatandaş bütün özgürlüklerinden vaz geçmesi gerekir. Bunu hiç kimse istemez tabi ki. ‘Hukuk Devleti’ anlayışı tam bu sorunu çözmek için oluşturulmuş bir denge. Toplumsal ve politik olarak kırılgan olan Müslümanların dört elle sarılacakları ve hiç bırakamayacakları tek ‘sığınak’ hukuk olmaktadır.
Bundan hareketle, İslami kuruluşlar ve Müslümanlar, ne yapmaları gerekir sorusunu sorabiliriz.
Bütüncül olarak bu soruya verilebilecek cevap ‘kuruluşların aktif toplumsal şeffaflık sağlaması’ gibi geliyor bana. 11 Eylül 2001 saldırılarına kadar, İslami kuruluşların ‘öz örgütler’ olarak nitelenmesini herkes hatırlar. İster kültürel olsun isterse dini olsun bu kuruluşlara ihtiyaç olduğu düşünülmekteydi. Göçmen isçi olarak buraya gelen birinci neslin kültürel ve dini kimliklerini hem bireysel ve hem de toplum olarak, yasayabilmeleri onların hakki olarak görünmekteydi. Yaşayabilmek için dini ve kültürel ortamların oluşturulması da onların temel hakki idi. Bu ortamlar, göreceli olarak dışarıya kapalı bir tutuma sahipken, kültürel ve dini kimliği koruma odaklı çalışmakta idiler.
Hollanda’da Müslüman kesimin hayatın da, 11 Eylül saldırılarından sonra, iki önemli değişiklik oldu.
Birincisi, misafir isçi olarak gelen birinci neslin yerini belirgin olarak ikinci ve üçüncü nesil almaya başladı. Bu yeni nesil burada doğma büyüme idiler ve kök ülke ve toplumlarla ilişkileri oldukça yüzeysel. Belirgin olarak yasadıkları topluma odaklı ve Hollandaca onların ana lisanı. Buna karşı etnik ve kültürel kimliği esas alan kuruluşlar zayıflıyor ve resmi olarak kurulmuş ülkesel kuruluşlar da kapatıldı. Göçmenlerin yaşadığı kültürel ve dini kimlikler marjinalleşiyor. Böylece ‘azınlık hakları’ etrafında oluşmuş yaşam tarzları ‘paralel’ gettolara dönüştü.
İkinci ise, uluslararası olayların etkisi ile, İslami kuruluşlar ve Müslümanlar daha yoğun olarak ‘güvenlik meselesi’ oldular. Bütün Batı dünyasında İslam toplumsal yabancılaşmanın, ayrışmanın ve kutuplaşmanın kaynağı olarak algılandı. Bu algı, devlet kurumlarına bir ‘tehdit’ algısı şeklinde yansıdı. Bu değişime bağlı olarak İslami kuruluşlar sivil politik açısından ‘paralel’ ve ‘kapalı’ toplumlar olarak nitelendirilirken, güvenlikten sorumlu resmi kurumlar için ise ‘tehdit’ kaynakları oldular.
Müslüman kuruluşların, öz örgütten, Paralel Topluma ve oradan da ‘tehdit yerleri’ olarak nitelenmeleri İslami kuruluşların gözünden kasti. Ya da bu algı değişimini hiç ciddiye almadılar. Ne bu değişimin dinamiklerini anlamaya çalıştılar ne kendileri ile alakalandırdılar ne de bir karşı çalışması yaptılar. Olayın ciddiyetini kavramadılar. Son yirmi sene içerisinde devlet kendini yeniden yapılandırırken, İslami kuruluşlar kendileri yerlerinden hiç kıpırdamadı. İyi Hollandaca konuşan idarecilerle bu değişimi geçiştirebileceklerini zannettiler. Kendi içinde, kapalı salonlarında ve kürsüden gurbetçi dini pratiklerini ve kültürel kimliğini konuşmak, heyecana gelmek, ‘dışarıyı’ garipsemek ve hatta ‘düşman’ olarak nitelemeyi sürdürebileceklerini zannettiler.
Daha önce ifade ettiğim gibi, birinci nesil için bu bir ‘haktı’, ondan da idare ediyorlardı. Ancak, ikinci ve üçüncü nesil bu pratikleri ve kimliği sürdürürse kendilerini toplumdan ayırt etmiş olurlardı. Bundan dolayı da onlar artık ‘uyumsuz nesil’, ‘rahatsızlık veren’, ‘uzun kol’, ‘besinci kolon’, ‘öteki’, ‘bizim zıddımız’ olurlar. İslami kuruluşlar bu dönüşümün de farkında olmadılar. Kendi çocuklarını kendileri gibi olsun için uğraştılar. Artık bu da tıkandı. Sonrası, sonra.