Raşit BAL Yazdı: Toplumsal eşitlik, din özgürlüğü ve Amsterdam’da bir tartışma


  • Kayıt: 21.07.2022 09:35:02 Güncelleme: 21.07.2022 09:35:02

Raşit BAL Yazdı: Toplumsal eşitlik, din özgürlüğü ve Amsterdam’da bir tartışma

Raşit BAL

Hollanda’da yapılan toplumsal tartışmalarda, Hollanda toplumunun yapılanmasına belirleyici olan iki-üç anayasal ilke sürekli gündeme gelmekte. Bu tartışma ve tutumlar algılanan çifte standardı da ortaya çıkartıyor. Ve tartışma karmaşıklaşıyor ve hatta çok fazla politize oluyor. Bu ‘çifte standart’ ve gerilimler Hollanda Müslümanının toplumsal tutumunu ve politik havayı belirliyor. Bu iki husus ise, hepimizin hissettiği ve algılarımızı belirleyen ‘toplumsal güven’ de belirleyici olmaktadır.

Bu ‘çifte standart’ nasıl oluşmak ta? Ve nasıl süreklilik kazanmak ta? Bir algı mı yoksa gerçek bir dayanağı var mı?

Ben bu hususu devamlı takip ederim. Geçtiğimiz otuz sene içerisinde bu hususta hem yazdığım ve hem de konuşmalar yaptığım. İslami eğitim bu ‘çifte standardın çok fazla öne çıktığı bir alan olmuştur.

Yine geçtiğimiz günlerde bu yönde yeni bir toplantı yapıldı. Cami kuruluşu UMMON öncülük etti. Amsterdam’da El Houda camisinde. Bu kuruluşun başkanı sayın D. El Boujoufi çok deneyimli bir idareci. Geçtiğimiz asrın yetmişli yıllarından itibaren cami işleri ile uğraşıyor. Ülkesel olarak Müslümanları temsil ediyor ve sözcülük yapıyor. Hollanda’da ki camilerin ve cemaatlerin oluşumunda pek çok emeği vardır. Kimini açmış, kimi için para toplamış, kimi için imam temin etmiş, kimisini kapanmaktan kurtarmış.

Şimdi 77 yaşında ve ömrünün tam 55 yılını bu işlere vermiş. Son yirmi senedir, Hollanda İslam Konseyi’nde (CMO) hem kurucu üye olarak ve hem de idareci olarak görev yapmakta. Hiçbir karşılık beklemeden. Tam bir ‘vakıf’ insanı.

D. El Boujoufi’nin bu uzun sene tecrübesinde en çok öne çıkan husus ‘arada’ yer alması. İyi baktığımızda zamanla bu ‘ara’ konuma geliyor/düşüyor. O zamanlarda iyi Hollandaca bildiğinden dolayı belki de. Başlangıçta Müslümanları temsilen rol üstleniyor ve daha sonraları ise bu ‘ara’ konum oluşuyor. Ve bu konum ona daha çok yakışıyor. Ve sürekli ‘ara bulucu’, ‘köprü’ ‘tercüman’ olarak görev yapıyor. İki kesim arasında, yani ‘içeri’ ve ‘dışarı’ arasında. Tam ‘içeri ‘den kopmuyor ancak tam ‘içeri ’ye kendini hapsetmiyor da. Tersi de. Tam olarak ‘dışarıya’ da çıkmıyor, ‘onlardan’ olmadan.

Bu hususta çok önemli hizmetler vermiş diğer bir isim ise Mohamed Rabbae. O geçtiğimiz hafta rahmetli oldu. 81 yaşında. Rabbae da tam bir ‘ara’ insani idi. El Boujoufi daha çok ‘geleneksel’, dindar, cemaate yakın, Fas’ın resmi makamları ile beraber ve uyumlu çalışan. Rabbae ise daha çok politik, sol-seküler bir kimliğe sahip. Fas toplumu açısından da Hollanda politikası açısından da muhalif. Önceleri Yabancılar Merkezi’nde sonraları ise Yeşil Sol (GroenLinks) partisinde öne çıkan bir şahsiyet. Allah Rabbea’ya rahmet etsin El Boujoufi’ye de sağlık ve uzun ömürler versin. Her iki kişinin de katkıları kesinlikle tarihi öneme sahip.

Bu ‘ara’ konumda ‘içeri’ ve ‘dışarı’ arasında irtibatı sağlamak öne çıkıyor. Bu iki ifade, hem ‘kapalı’ olmayı ve hem de ‘mesafeyi’ ifade ediyor. İçeri olarak Müslümanlar yerli toplum açısından ‘kapalı’ olarak algılanıyor. Müslüman toplum ise Hollanda toplumunu kültürel ve dini bakımdan ‘yadsıyor’ ve ondan ‘ürküyor’. ‘Asimile’ olmaktan kaçınıyor ve geri çekiliyor. Bu karşılıklı algı içinde ‘içerisi’ ve ‘dışarısı’ algısı ve kurgusu oluşuyor.

Kişinin bulunduğu ve rahat hissetmediği yer ‘içeri’, yadsıdığı ve yabancı hissettiği yer ise ‘dışarı’ oluyor.

Bu ‘içeri’ ve ‘dışarı’ algısı ve kurgusu sadece bireyin hissettikleri ve kendilerini konumlandırmaları üzerinden oluşmuyor. Kurgunun bu yönü ‘sübjektif’ boyutu. Ancak bu toplumsal algıyı kategorileştirme aynı zamanda objektifleştiriliyor da. Zaten bu ‘objektifleştirme’ sayesinde olay hem toplumsal bir boyut kazanıyor ve hem de yönlendirici oluyor. Yani insanlar bunu ciddiye alıyor ve olay böylece politikleşiyor da. Yaygın algıda Hollanda toplumunun ‘içeri’ olarak nitelenen kamu alanında belli ‘değerler’ hâkim olmaktadır. Yönlendirici kaynaklar ve vatandaşların Orient'e oldukları ölçüler ve referanslar olmaktadır.

Bu ‘objektifleştirme’ ise Hollanda toplumunun üzerine inşa edildiği ve herkes için yönlendirici olan ortak ilkeler olmaktadır. Hollanda da bu ilkelerin keşfedilmesi, dizilimi ve kurumsallaşmasın tarihsel deneyimler üzerinden oluşmuş. Bu ilkelerin içinde Aydınlanma değerleri olduğu gibi, Hristiyan kaynaklarından neşet eden değerlerde vardır. ‘Eşitlik’, ‘Fikir ve inanç özgürlükler’, ‘Devlet ve dinin ayrılması’, ‘Demokrasi’, ‘Hukuk Devleti’ gibi. Bu ilkelerin oluşturduğu kültürel havada ‘hoş görü’, ‘ortak davranışalar’, ‘medeni ilişkilerin’, ‘uyumlu ortak dil’ oluşmuş. ‘Eşitlik’ ve ‘özgürlük’ ilkelerinin en son belirlediği hususlar kadınların ve homoseksüel insanların toplumsal konumlarının ‘eşitlenmesi’ olmuştur. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde ise iki husus dikkat çekmektedir. Birincisi ‘renge dayalı ayrımcılığın tamamen yok edilmesi. ‘Zwarte Pieten’ tartışması gibi. Eğlence ve kültürel bağlamda bile bu tip ayrımcılığa müsaade etmek istemiyoruz. İkincisi ise ‘cinsellik’ ifade eden her şeyin, dilden ve kültürden arındırılmasını yaşıyoruz. ‘Çağrışımsal’ olsa dahi.

Yerliler açısından bu ilkeler işlevi yönlendirici olması ve bu ilkelerin Meclis kanun yaparken, kamu kuruluşları politikalarını belirlerken ve uygularken, bu ilkeler ışığında harekât ederler. Üstelik Meclis bu ilkelerin ışığında kanun yapar ve yaptığı kanunları bu ilkelere yine kendisi test eder. Meclisin dışında yapılan kanunları anayasaya test den herhangi bir otorite yoktur. Hollanda anayasal-demokratik düzeni bu noktada diğer ülkelere nazaran farklı oluşmuştur. Türkiye ve Almanya gibi pek çok ülkede ‘Anayasa Mahkemeleri’ vardır. Bu yüksek mahkemeler Meclisin çıkardığı kanunu ‘Anayasa’ya uygun değil’ diyerek iptal edebilirler. Hollanda’nın Yüksek Mahkemesi (Raad van State) Meclisin kanun yapma sürecinde sadece görüş ve tavsiye verir. Çıkan kanunları anayasaya test etmez.

Bireysel düzeyde ise vatandaşların davranışları ve eylemlerinin Anayasal ilkelere resmen test edilmesi zaten hiç olmaz.

Komsu komsusunu ‘anayasaya aykırı davranıyorsun’ diye mahkemeye vermez. Bireylerin davranışları alt düzeydeki kanun ve kurallarla düzenlenir. Yani devlet anayasaya uygun davranmak zorunda iken, vatandaş daha alt düzeydeki kanunlara uymak zorundadırlar. Vatandaşlar arasında Anayasal ilkeler iki maksatla gündeme gelir. Anayasa ve anayasal ilkeler toplumu tarafında mal etmek için. Anayasanın meşru olması için bu bir zarurettir. ‘Bunlar bizim ortak değerlerimiz, ilkelerimiz ve Hollanda toplumu bu değerler üzerinden yapılanıyor’ diyorlar. ‘Atalarımız, bu değerler için bedel ödediler, onları düşmanlarımıza karşı savundular’ seklinde. İkinci husus ise vatandaşlar, bu ilkeler hakkında tartışırlar, okurlar ve birbirlerini sorgularlar. ‘Senin için önemli mi bu değerler ve ilkeler’ diye. Bu sorgulamanın temel maksadı ‘birisi ve birileri için bizden mi değil mi?’. Bu toplumsal tartışma ve iletişim sayesinde ‘özden ve sahih’ sahiplenme gerçekleşir ve bu ilkelerin ‘uğruna pek çok şeylerin feda edilebileceği’ gösterilmiş olur.

Yukarıda bahsettiğim toplantıda bu anayasal ilkeleri ve bu ilkelere karşı Hollanda Müslümanlarının tutumunu tartıştık. Özellikle ‘özgürlük ve eşitlik’ ilkelerini.

D. El Boujoufi’ye göre Müslüman taraflar özgürlüklere vurgu yaptıklarını gözlemliyor ve ha bire toplumdan taleplerde bulunuyorlar. Hem kurumsal olarak ve hem de bireysel olarak. Bu taleplerin ekserisi dini kimlikleri bağlamında oluyor. Müslümanların talepleri sadece bununla kalmıyor. Aynı zamanda bu taleplere karşılık verilmediği zamanda ise toplumu ‘cifte standart’ uyguluyor diye suçlamaktadırlar ve mevcut kanunların ve kamu kuruluşlarının ‘ayrımcılık’ yaptığını idea etmektedirler. Onlara göre toplum ‘eşitlik’ ilkesini Müslümanlara işletmiyorlar. D. El Boujoufi’ye göre bu suçlama tam bir haksızlık olmaktadır. Ona göre var olan ‘eşitsizlik’ tamamen Müslümanların tutumundan gelmektedir. Müslümanların kendilerini ‘üstün’ görmeleri bunun temelini oluşturuyor ve bu onları çatışmacı yapıyor.

Birincisi Müslümanlar birbirleri ile uğraşmakta ve taleplerini uygun koşullarda dile getirmemektedirler. 

Taraflar taleplerini sürekli çatışmacı ve birbirlerini dışlayıcı bir şekilde ifade etmektedirler. Bu onları, kamu alanında, belli bir hakkin kullanımı hususunda elverişsiz yapmaktadır. Bu durumda hak istismarı da ortaya çıkmaktadır. Bunu ilgili kamu kuruluşları deneyimlediği için bir hakkın kullanımını Müslümanlara vermekten kaçınmaktadırlar. İslami dini tatillerin (Kurban Bayramı veya Ramazan Bayramı) resmi tanınmasında toplumsal bir direncin ortaya çıktığı çok net görünmektedir. Direnç, kurumsal alanda da ortaya çıkmaktadır. Ortak yayın (İslami yayın kurumu) hakkinin kullanımında, yüksek öğretimde ise İslami bir üniversitenin kurulması ve İslam ilahiyatı alanında eğitim ve araştırma yapma imkânının oluşmasına karşı müthiş bir direnç ortaya çıkmaktadır. İslami ortaokullarda, helal kesimde, devlet okullarında din dersi eğitiminde de bu direnç ortaya çıkmaktadır. El Boujoufi’ye göre Müslümanlar kendi aralarında anlaşamadıklarından bu hakları kullanmayı henüz hak etme aşamasına gelmemişlerdir. Ne kanunlar ayrımcılık yapmakta ne de kamu kuruluşları. Buna en iyi örnek, yayın kuruluşu ve yüksek öğrenim.

Toplantıya katılan konuşmacıların iki hususu dile getirdikleri dikkat çekti. 

Her şeyden önce, yerleşik dini kesimlerin de bu hakları kullanımı ve ‘eşit’ hale gelmeleri tarihsel bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Yahudi kesimde bu oldukça belirgin. Hatta bir dönem Yahudilerin ana dili olan ‘Yidiş’ yasaklanmıştı. Hristiyan kesiminden bazı cemaatler da zamanla toplumsal olarak eşitliğe ulaşıyorlar. Katolikler bunun iyi bir örneği. Müslümanların toplumsal olarak ‘özgürlükleri’ genişleterek ‘eşitlenmesi’ zaman alacak gibi görünüyor. İkinci husus ise, sahiplenme meselesi. Konuşmacılardan dr. M. Ajouaou, ‘eşitlik, özgürlükler, din-devlet ayrımı’ ilkeleri bir paket ve beraber değerlendirmek gerekiyor. Seçici davranmak ve işine geleni almak gerilime neden olmaktadır. Ona göre yerli kesim Müslümanların bu ilkeleri bütüncül olarak samimi olarak sahiplenmesini görmek istemektedirler. Bu hususta Müslüman kesimi sürekli teste tabi tutmaktadırlar. Başka kesimleri (homoseksüelleri, kadınları, Hristiyanları vb) ‘eşit’ göremeyen bir kesimin kendisi için daha fazla ‘eşitlik’ istemesini ‘sahte ve stratejik’ bulmakta. Hatta ‘bizim bedel ödeyerek oluşturduğumuz’ hakların istismar olarak görmektedir. Toplumsal direncin temeli buna dayanmaktadır.

M. Rabbae bu hakların Müslümanlar için de geçerli olmasının mücadelesini yerli kesimin arasında veriyor. Bu haklara o kadar inanmıştı ki, bu hakların İslam dünyası için de geçerli olmasının mücadelesini vermekteydi. D. El Boujoufi ise bu mücadeleyi kendi toplumu içinde verdi. Onları ve dini ihtiyaçlarını kurumsallaştırmak ve yerli kesim ile aralarındaki mesafeyi küçültmek için. Katkıları kesinlikle yadsınamaz. O mücadele sayesinde birinci nesil Müslümanlardan bazılarının üne açık oldu, örnek oldu. Hollanda toplumunun erdemli bir toplum olduğu, sahip olduğu değerleri genelde herkes eşit bir şekilde dağıtmak istediği ortaya çıktı. Yanlışları ise beraber düzeltmenin mümkün olduğunu. Ve bu sayede birinci

Nesilden pek çok kişi, Bakan oldu ve belediye başkanı oldu, yazar oldu ve toplumsal olarak saygın bir konuma geldi. Bu noktada D. El Boujoufi bir adım daha ileri gitmekte ve bunlar imkanlar için nankör etmek yerine minnettar olmalıyız demekte. Ona göre yerlileri ve kanunları suçlamak yerine kendimizi iyileştirmeliyiz ve daha çok medeni ve saygılı insanlar olmalıyız.

Toplantıya katılanların hemen hepsi, bu tip tartışmaların daha fazla ve daha çok kişilerle yapılmasının çok gerekli olduğu hususunda görüş belirtti.