Sinan Çankaya ve ikinci neslin ikilemi


  • Kayıt: 21.01.2023 21:28:42 Güncelleme: 21.01.2023 21:28:42

Sinan Çankaya ve ikinci neslin ikilemi

Raşit BAL

Geçen perşembe günü (17 Kasım 2022) ‘ayrımcılığa karşı’ düzenlenen bir konferansa katıldım. Konferansın düzenleyicisi ise ‘Ayrımcılığa ve Irkçılığa karşı Ulusal Koordinatör’ (NCDR) idi. Amsterdam’ın merkez bir yerinde iki yüzden daha fazla katılımcı vardı.

Geneli konu ile ilgilenen profesyonellerden oluşuyordu. Ayrımcılığa ve toplumsal dışlamanın karşısındalar, mücadele etmeyi kendilerine bir görev biliyorlar. Görüntüye göre kalabalık profesyonel bir ‘fabrika’ da oluşmuş gibi. Zaten ulusal koordinatör (Rabin Baldewsingh) konuşmasında bunu belirtti. Bu hususta yeteri kadar kurum, kuruluş ve uzman var. ‘Politika ve hükümetten de büyük destek geliyor’ diyor ve ‘yeni kurumlara veya kanuni düzenlemeye gerek olmayacak kadar çok’. Ona göre, artık eylem zamanı.

Aslında hakkında yazmak istediğim husus bu değil. Detaylı olarak yazmak istediğim husus bu programda bir saate yakın bir konuşma yapan Sinan Çankaya hakkında. Sinan Çankaya bir antropolog ve ayrımcılık, kurumsal dışlama ve etnik takip (etnische profilering) hakkında dersler veriyor, araştırmalar yapıyor ve konuşmalar yapıyor. Hele ‘sayısız kimliklerim’ (mijn ontelbare identiteiten) adli kitabı yayımladıktan sonra o artık iyice kamuya mal olmuş bir kişilik. Bu kitabında anlatmaya çalıştığı ise daha çok bütün topluma yönelik bir eleştiri. Toplum ve sosyal çevresi onu tek bir kimlik üzerinden konumlandırıyor ve tek bu yönünü görüyorlar. O da genellikle ‘göçmen-Türk’ kimliği oluyor. Buna karşı kendisi ‘benim çok sayıda kimliğim var’ deyip sosyal ve profesyonel çevresinin onu tek bir kimlik üzerinden görmesini yadsıyor. Sinan tam da bu öyküsünden dolayı, kökeni göçmen olan yeni nesil ‘Turkse-Nederlander’ oluyor. Sürekli bu yönünü anlatmak için konuşmaya, katkı yapmaya çağrılıyor. Halbuki Sinan Çankaya’nin kaçtığı, kritik ettiği husus ta tam bu husus oluyor. Anlaşılan bir türlü de kurtulamıyor.

Nitekim bu konferansta konuşmasına başlarken bayağı bocalıyor. Ciddi bir ikilem içinde olduğunu hissettiriyor. ‘Ben size ne anlatıyım, kitabı yazdım, nerden nereye geldiğimi orada gösterdim, kendi mikro devrimimi gerçekleştirdim ve ben hayatıma devam etmek istiyorum, ancak bu rolden de bir türlü kurtulamıyorum, halbuki benim pek çok başka kimliklerim ve donanımlarım var, bunları niçin hiç kimse görmüyor’ diyerek bu bocalamasını, mecburen, dinleyiciyle paylaşıyor. Ancak dinleyiciler Sinan’ı başka algılıyorlar. Özellikle yan tarafımda oturan bazı dinleyicilerin Sinan’nın anlattıklarından çok mutlu oluyorlardı. Sanki standupçı gösterisi gibi. Onu desteklemek için islık çaldılar, bağrıdırlar tezahür yaptılar. Hele bir dinleyici az kalsın transa girecekti. Yani Sinan’ın bocalaması ve konumundan rahatsız olması dahi bazıları için anlamlı oluyordu.

Sinan şu hususun üzerine basıyor: neo-leberalism kültürüne göre insanların toplumsal konumu ve etkinlikleri bireysel başarıları tarafından belirlenir. Sosyal yükselmenin dayanağı yalnızca bireysel başarı olmaktadır. Sinan’nın ifadesine göre, kendisinin sosyal yükselmesi tamamen böyle oluyor. Babasının, annesinin ve sosyal çevresinin (aile, mahalle, okul) hiçbir desteği olmuyor. Ailesi zaten Hollandaca bilmiyorlar, toplum hakkında, eğitim sistemi hakkında hiç bilgileri de yok. Oğulları ne yapıyor, nerelere gidiyor, kimlerine oturuyor kalkıyor, bilmiyorlar. Bu duruma bağlı olarak ta ilgilenemiyorlar, katkı da yapmıyorlar. Ve iletişim kesiliyor. Babası ve anası üzerinden Sinan diyor ki, ‘görüldüğü gibi, bugün sizin önünüzde isem, konuşmalarım böyle takdir topluyorsa, okuyup akademisyen olmuşsam, bu kitabı yazıp iyi bir ödül almışsam bunlarda geldiğim yerin hiç mi ama hiçbir katkısı yok’. Ancak konferansta anlattıklarını heyecanla, gururla ve içten mutlu olarak anlatmıyor. Belli ki çok rahatsız oluyor.

İş bununla kalsa iyi, belki idare edilir.

Sinan, okuduğu orta-lise döneminde, üniversitede ve çalıştığı polis teşkilatında sürekli engellerle karşılaşıyor. Lisede iken tarih öğretmeni, derse biraz geciktiği için, ona bağırarak, ‘senden bir halt olmaz’ diyor. Nereye gitse bir ‘Türk’ olarak görülüyor. Türkiye hakkında hesaba çekiliyor, olmadık hususlar hakkında görüşü soruluyor. Adam ne yapsa kurtulamıyor. Hatta, başarısı arttıkça, akademik ve araştırmacı kimliği belirginleştikçe dahi, daha çok bu alana mecbur ediliyor ve sadece bu alanda katkı yapma durumu oluşuyor. Yerleşik kuruluşların olmadık engel çıkartmasına ve belli bir alana zorlamasına rağmen, Sinan kendini geliştiriyor.

Toplumsal engelleri de geride bırakıyor ve sosyal yükselmesini kendi ‘tırnakları’ ile kazanıyor. Bu yönde de tam olarak neo-liberal kültürün istediğini oluyor. Ancak yine de toplumsal konumu kendi başarısının bir sonucu olamıyor. Toplum onu bu ‘göçmen’ ve ‘Türk’ olma konumuna hapsetiyor. Bunu ifade etmek için ‘ben’ diyor ‘göçmeden göçmen olan bir insanim’. Geldiği yerden kaçması oldukça rahat olurken, vardığı yerden bir türlü kurtulamıyor. Bireysel başarısı yeterli olmuyor. Demek ki, Hollanda toplumunda görünmeyen mekanizmalar var.

Sinan Çankaya’nın hayat akışı, bir taraftan geldiği sosyal çevreye ve kültüre yabancılaşmak ve sonunda oradan iyice kopma yönünde gelişiyor. Buna karşı ise, hayatinin yönelişi hep yerli Hollanda toplumuna yönelik oluyor. İyice ‘onlardan’ oluyor, onlar gibi yaşıyor, onlarla ilişki kuruyor. Bu yönde gelişmesine ve bulunduğu yerden ‘kaymasına’ neden olan faktör ise okuduğu antropoloji eğitimi oluyor. Bu bilim dalı, kültürlerin ve davranışların nasıl oluştuğunu derinlemesine açıklıyor. Fark ediyor ki, Türk göçmenlerin kutsadığı Türk kültürü ve mitleştirdikleri Türkiye algısı, aslında bir şey değil. Türkiye’den gelen göçmenlerin bir kurgusu. Sonunda kendi köklerinin, göçmenlerinin, anası-babasının ait olduğu o tarafın anlamsızlığını fark ediyor. O yerden çok hızlı bir şekilde koparak uzaklaşıyor.

Vardığı yer o’nu nasıl karşılıyor ve orada ne buluyor?

Ne yaparsa yapsın vardığı yerde, geldiği yerden bir türlü kurtulamıyor. Herkes onu bir Türk ve göçmen olarak algılıyor ve konumlandırıyor. Başka alanlarda fikri sorulmuyor. Türkler ve Türkiye onun ana konusu oluveriyor ve seferinde kendisine bir Türk olduğu hatırlatılıyor. Nereye gitse Türklerle ilintili olarak konumlanıyor ve çoğu zaman da hesaba çekiliyor. Bu tek boyutlu bakış anlayışla mücadele ediyor ancak ne yapsa yerli toplum memnun olmuyor. Akademiği kimliğini hiç mi hiç ciddiye alınmıyor. Kitabını tam da bunu göstermek için yazıyor. ‘Benim pek çok kimliğim var, niçin bunu görmüyorsunuz’ çiğliği. Ancak sonuç tam tersi oluyor. Bu kitaptan dolayı geldiği yerle ilişkisi öne çıkıyor ve sürekli hayatının bu yönünü anlatması için davet alıyor. Nasıl bir Türk ve göçmen olduğunu, geldiği yerin nasıl geri olduğunu ve oradan koptuğunu, lisedeki tarih öğretmeninin tutumu, polis akademisinde karşılaştığı direnç, başarısını sadece kendine borçlu olduğunu, vardığı yerin ise onu ancak bu yönü ile bildiğini falan anlatmak durumunda kalıyor. İstemeye istemeye ve birazda zorla. Kurtuluyum derken, kaçtığı yerin temsilcisi, savunucusu ve sözcüsü olmak durumunda kalıyor. Tam bir drama.

Mesele vardığı yerin Sinan’ı sadece geldiği yer üzerinden konumlandırması değil. Bir süre sonra, vardığı yerin geldiği yerle ilgili ‘küçümseyici’ tutumunun yaygın oluşunun farkına varması. Vardığı yerin, en az geldiği yer kadar, ön yargılı, kendi odaklı, farkları yadsıyan bir tutuma sahip olduğu yönünde gelişiyor. Çoğu zaman adil ve dürüst algılamadıklarını fark ediyor. Ve kurumsal ayrımcılık ile çok erken karşılaşıyor. Polis kurumunda. Yerli kesimin büyük bir çoğunluğunun göçmenler hakkında algılarının temelinde alakasızlık, önyargı ve büyüklenmenin olduğunu gözlemliyor. Bu tespite bağlı olarak ta eleştirel bir konuma geçiyor. Yerli kesimi ve kurumları eleştirmeyi profesyonel mesleğinin odağına yerleştiriyor.

O’na göre, yerliler göçmenlerin ‘geri’ oluşlarının sebebini kendilerinin kültürlerine bağlıyorlar. ‘Kendi suçları’ olarak nitelendiriyorlar. ‘Biz ne yaparsak yapalım, onlar kendi kültürlerine (ve inançlarına) bağlı kalarak geri ve farklı oluşlarını devam ettiriyorlar’. Böylece hem dezavantajlı olmayı ve hem de toplumsal dışlanmayı hak ediyorlar. Bu açıklama biçiminden Sinan rahatsız oluyor. Sinan’a göre bu açıklama biçimi Hollanda toplumunun özünden kaynaklanan ve çok yaygın olan ayrımcılığı ve kültürel kibirliliği perdeliyor. Bu eleştirisini bilimsel olarak temellendirmek için sosyoloji biliminden ‘duruş yeri’ (standplaats) ifadesini devreye sokuyor. Bu ifade ile, yerlilerin kendilerini, hiçbir dayanağı olmadığı halde, ‘olağan’ ve ‘norm’ olarak konumlandırmalarını gösteriyor. Bu durumda bu hakim norma uymayan ve farklı olan ise ‘aykırı’ ve ‘yadsınan’ konumuna itiliyor.‘

Kültürel arka plan’ göçmenlerin farklı ve geri oluşunu açıklarken, ‘duruş yeri’ de yerlilerin ayrımcılığını ve farlı olanı dışlamalarını açıklıyor. Sinan yerli ve hakim topluma eleştirel tutumunu bu yaklaşım üzerinden inşa ediyor ve oldukça da etkili oluyor. Aslında vardığı yerin kendi algısının maskesini düşürüyor ve onlara ‘siz de geldiğim yerin insanları ile aynısınız, hiç farkınız yok’ diyor. Ve bu tespitlerine bağlı olarak, eleştirel bir söylem geliştiriyor. Bir antropolog olarak bu söylemini kendi hayat tecrübesinden hareketle daha da çarpıcı yapıyor.

Vardığı yere yönelik bu eleştirel tutumu tabi ki takdir toplamıyor. Bilakis. ‘Sen kim oluyorsun da bizi eleştiriyorsun, dün bir bugün iki’ şeklinde bir karşılık buluyor. Anlaşılan pek çok zaman ‘yerini bil, çok bilmişlik taslama’ yönünde tepki alıyor ve ‘boyundan büyük işlerle uğraşma’ deniyor. Sinan bu tutumundan da süper rahatsız oluyor.

Sinan şimdi ne yapsın?

Geldiği yerden kendi koptu, geri dönemez. Vardığı yerde ise büyük bir hayal kırıklığı. Ve belki de yavaş yavaş oradan da kovuluyor. Geriye ne kalıyor? Dünya büyük, Hollanda ise çok küçük. Dünya vatandaşlığı, dünya düzeyine çıkmak onun için ilginç olabilir. Sinan’dan önce de bu yolun yolcuları oldu. Niçin sosyal yükselme sadece Hollanda ile sinirli olsun ki.

Toplumsal yükselme bir dert, yükseklerde tutunmak daha bir dert.