Çoğu zaman, var olduğuna inandığımız ve sahip olduğumuzu sandığımız “mutluluk” üzerine yazar, konuşur, düşünürüz. Ancak hayatın sonunda, ne elimizde ne de avucumuzda mutluluğun olmadığını fark eder, “mutsuz” olduğumuzu anlarız.
Oysa mutluluk ve mutsuzluk gibi iki zıt kavram soyuttur. Yani elle tutulmaz, gözle görülmez; kişiden kişiye, aileden topluma kadar değişen bir yaşam biçiminin sadece küçük bir parçasıdır.
Sahip olduklarımızla mutlu olmayı denemek gerekir. Ancak insan, bildiğinden ve güvende hissettiğinden daha iyisini arar durur bir ömür boyu.
Çoğu zaman mutlu olduğumuza inanır ve o şekilde yaşamaya devam ederiz. Bir Avrupalıya sorduğunuzda, bireysel mutluluğun yanı sıra, toplumun genelinde de bir mutluluk hissedildiğini görebiliriz. Çünkü bireysel mutluluk, Avrupa ülkelerinde varsıllığın sağladığı imkânlarla toplumsal mutluluğu da beraberinde getirir.
Bizim mutlu olmamız ise zordur. Bireysel mutluluğu pek tanımayız. Kendi mutluluğumuzu, toplumsal ya da tümden gelen bir mutlulukta ararız. Bu yüzden de ömür boyu süren bir mutsuzluk ve arayış içinde oluruz; mutluluk bizim için hep bir bilinmeyendir.
Şark toplumlarında mutluluk çok da önemli değildir. Bireyin istekleri, seçimleri, yaşam tarzı çoğu zaman toplumun, ailenin ya da mahallenin güvenliği ve düzeni karşısında önemsizdir. Elbette “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla sahneye çıkan demagogları unutmamak gerekir.
Avrupalı ise mutlu bir yaşamı önemser. Mutluluğun birey ve toplum için değerli olduğunu düşünür ve bu uğurda pek çok girişimde bulunur. Onlar için tanımlanması zor olan mutluluk hissi bile, eksik kaldığında büyük bir mutsuzluk sebebi olabilir.
Peki ya bütün lokantalar ve kafeler neden dolu?
Kendi kendini var eden, hakkına sahip olduğuna inanan, kökü ve tarihi olmayan bir oligarşi… Lüks arabalarına binip alışveriş merkezlerinde gezerek, yemek yiyip kahve içerek toplumun mutluluğunu hissedemez, anlayamaz ve göremezsiniz. Bu yüzden de kaliteli yaşamın sadece kendilerine ait olduğuna inanır, öylece yaşarlar.
Gelin bir halk otobüsüne binelim, etrafımıza bakalım. Yüzleri gülmeyen, mutlu olmayı unutan insanlarla karşılaşırız.
Şark ve Garp toplumları arasındaki en büyük fark nedir?
Batılı, mutluluğu ararken başarısız olursa “suçluluk duygusu” (Schuldcultuur) hisseder. Doğulu ise, çoğu zaman denemeye bile cesaret edemez; utancıyla, baskılarla ve yapamadıklarıyla yaşar. Bu da onu “utanç kültürü”ne (Schaamtecultuur) mahkûm eder. Bazen mutluluğun ne olduğunu bilir, bazen de asla öğrenemez. “Mutluluk nedir ki?” diye sormadan geçemez.
Fatma Hanım,
Çoğu zaman mutluluk duygusuna ve deneyimine hakkı olmadığına inanır. Yıllar önce Kurşunlu Camii’nin imamı Mehmet Efendi şöyle dememiş miydi:
“Mutluluk, dinle imanla ilgisi olmayanların hesabına yazılmış günahlardır; onlar da bunu bilmez. Ama sizi bekleyen, müjdeleyen bir cennetiniz vardır.”
Fatma Hanım, inancına göre yaşar ve bir gün ödüllendirileceğine inanarak mutlu ve huzurlu olur.
Nevşehir Halk Pazarı Ziyaretinde
Yıllar önce, Nevşehir’de her pazar ve pazartesi kurulan halk pazarında gezinirken, saçları kınalı, yüzü yaşamın izleriyle kırışmış, Kızılırmak’ın toprağını yüzünde taşıyan bir Anadolu kadını, bahçesinden getirdiği domates, salatalık ve fasulyeleri satarken bana dönüp şöyle sordu:
“Ne arıyorsun oğul?”
Ben de, “Pazarı gezerek mutlu yüzler arıyorum,” dedim.
Kadın gülümsedi ve şöyle yanıt verdi:
“Oğul oğul, o bizde Şark toplumlarında bulunmaz. Bulunsa bulunsa ancak Garp’ta bulunur.”
O cevabı, o bilge Anadolu ermişinden hiç beklememiştim.
Biliyor musunuz?
Her iki dünyanın sonunda da varılan yer çoğu zaman aynı: bilinmeyen bir mutsuzluk.
İyi ki yaşam, bilinenlerin yanı sıra bilinmeyenlerle de dolu…
Mutlu olmanız dileğiyle; bol güneşli ve huzurlu bir bahar dilerim.