Bizim Celal Akarca’nın Bir Ömürlük Hikayesi, Bir Geceye Sığan Rüyasıyla


  • Kayıt: 12.04.2025 08:03:11 Güncelleme: 12.04.2025 08:03:11

Bizim Celal Akarca’nın Bir Ömürlük Hikayesi, Bir Geceye Sığan Rüyasıyla

Nejat Sucu

Ne umutlarla gelmişti Hollanda’ya… Yıl 1965. Kayseri Orta Anadolu Mensucat Tekstil Fabrikası’nda çalışıyor, Yeşil Evler’de oturuyor ve Ayşe ile mutlu bir yaşam sürüyordu. Kıl payı geçinebiliyor ama biraz da olsa fakir babasına ve annesine yardım etmek istiyordu.

Çocuklar zekidir. Olmayanı, evdeki maddi durumu anlayacak kadar hem de. Zeki olmasına rağmen, 20 kilometre uzaklıktaki Kayseri’de okuma imkânı olmamıştı. Fakir babasından da böyle bir talebi olmamıştı. Yedi çocuğu, iki atla yapılan tarımla geçindirmek kolay değildi. Yoklukların sürdüğü, 30 dönümlük kıraç ve verimsiz toprağın yedi çocuğu doyuramayacağı açıktı. Askerlik görevinden sonra Kayseri’de çalışmaya başlamıştı.

Dün, dokuma makineleri üzerinde çalışırken Sarızlı arkadaşı Ali’nin makinesinde bir form görmüştü. Yurt dışına, Hollanda’ya iş gücü göçü (Arbeidsmigratie) için başvuru formu. Yanında da İş ve İşçi Bulma Kurumu’na (İŞKUR) kayıt formu yer alıyordu.

Türkiye’dekinin çok daha fazlası çalışarak, günde 16 saat emek vererek kazanmak mümkündü. Ama nasıl olacaktı? Anne ve babasının izni olmadan olmazdı elbet.

Kayseri’nin Obruk köyündeki anne ve babasını nasıl yalnız bırakırdı? Yokluk içinde büyümüş, fakir ama geleneksel bir aile yapısına sahipti. Muhafazakâr bir düşünceyle yaşayan, gelenek ve göreneklerine bağlı, var olana razı, kabullenici bir yapısı vardı.

Hafta sonunda köye gittiğinde, Hollanda’ya gitmek istediğini anne ve babasına açtı. Gönülden olmasa da, karşı koyacakları veya engel olacakları bir sebepleri yoktu. Fakirlik içinde geçen ömürlerinin çocukları için de tekrarlanmasını istemiyorlardı.

Bir ay içinde işlemleri tamamlandı. Twente’nin ünlü tekstil firması Kraliyet Koninklijk Ten Cate’ye davet edildi. Baştan aşağı (Top-teen-onderzoek) sağlık muayenesinden geçti. Ayrıca yetenek ve bilgi testlerine tabi tutuldu.

Hollanda’nın Almelo şehrinden gelen personel şefi Slettenhaar ve tercümanı Atabek de sınavda hazır bulundu. Atabek, Almelo’nun temsilcisi, Kraliyet tercümanı ve eski Almelo Belediye Başkanının damadıydı. Daha önce Almelo’ya giden Kayserili arkadaşları anlatmıştı.

Yıllar sonra Kayseri’de kendisini sınava seçen tercüman Türker Atabek ile dost olmuş, onu çok sevmişti.

Göç Günü Gelmişti

Artık yolculuk zamanıydı. Sevdiklerine, eşine, anne ve babasına veda vaktiydi. 80 yaşını aşmış dedesi ve ninesi sessizce ağlıyordu. Kendisinde garip, karmakarışık bir duygu hâli vardı. Sanki bir daha göremeyecekti onları.

Ölüm sessizliğini andıran bir vedadan sonra, Hasan Emmi’nin kırmızı minibüsü onu Esenboğa Havalimanı’na götürdü. Oradan THY uçağıyla Amsterdam’a varacaklardı.

Yolculuk boyunca kimse konuşmuyordu. Sanki Hollanda’nın Westerbork kasabasında (1998’e kadar belediyelik, sonra Midden-Drenthe Belediyesi’ne bağlandı) bulunan, Nazi döneminde 103 bin Hollandalı Yahudi’nin ölüm kamplarına gönderildiği o tren istasyonundaydılar. Bu kişilerin sadece 5 bini hayatta kalabilmişti. Uçakta, bir daha sevdiklerine kavuşamayacaklarını bilmenin hüznü vardı.

Amsterdam’a geldiklerinde, dilini, dinini ve kültürünü bilmedikleri bir ülkeye adım attıklarını fark ettiler. Polis kontrolünden geçtikten sonra, Almelo’dan gelen otobüsle 2 saatlik bir yolculuğun ardından fabrikanın lojmanlarına, Casa Cortina Pansiyonu’na yerleştirildiler.

İki yıl, özlemle ve bolca kazançla geçti. Günde 16 saat çalışıyor, pansiyona yalnızca yemek yemek ve uyumak için dönüyordu. Öğrendiği ilk kelimeler “mesai (overwerk)” ve “Evet şef! (Ja Chef!)” olmuştu.

En fazla üç yıl kalmayı, birkaç dönüm toprak ve bir traktör alıp baba ocağına dönmeyi planlıyordu. Zira Hollanda, dini, dili ve kültürüyle Anadolu’nun Türk Müslüman ailesi için uygun değildi.

Sonraki yıllarda Hollanda’da temelden inşa edilen ilk cami olan Yunus Emre Camii’nin yapımına öncülük eden Almelo Türk toplumu, kendi kültürel yaşamını inşa etmişti. Bu hikâye, Almelo’da kök salmak ve yerleşmek anlamında önemliydi.

İki yıl sonra pansiyon yaşamı çekilmez hâle geldi. Artık ya dönecekti ya da eşini ve çocuklarını yanına alacaktı. O yaz, anne ve babadan izin alınarak eşi ve çocukları Hollanda’ya geldi ve yeni bir yaşam başladı.

Twente Kanalı kenarında, fabrikanın II. Dünya Savaşı öncesi işçiler için inşa ettiği konutlardan biri kendisine tahsis edildi. Daire şefi Bay Jansen onu çok seviyor ve elinden gelen yardımı yapıyordu.

Ödeyeceği 130 guldenlik kira, kimseye anlatılmaması istenen bir ek ödenekle (toeslag) 150 gulden artırılmıştı. Samimiyeti ve sadakati (loyaliteit) bu şekilde ödüllendirilmişti.

Eşi ve çocukları geldiğinde ise büyük bir sürprizle karşılaştılar. Evin tüm mobilyaları, yatakları ve elektronik eşyaları fabrika tarafından temin edilmiş, buzdolabı bile bir aylık yiyecekle doldurulmuştu.

Çocukları Ayşe ve Faruk, iki dilli eğitim veren Acacia School’a gidiyordu. Öğretmenler, çocukların Hollandacayı çok iyi öğrendiklerini ve zekâlarıyla dikkat çektiklerini belirterek, üniversiteye gideceklerini söylüyordu.

Yıllar geçti. Hollanda tekstil sanayi, az gelişmiş ülkelerle rekabet edemeyeceğini anlayınca, o dev fabrikaların sesi birer birer sustu ve bir dönem sona erdi.

Çocuklar, Hollanda Ersmu Lisesi’nin (Lyceum: Atheneum/Gymnasium/VWO) son sınıfına geldiklerinde, Amsterdam’a taşınmak kaçınılmaz oldu. Ayşe ve Faruk ikiz oldukları için, aynı anda Amsterdam Üniversitesi (Universiteit van Amsterdam / Geneeskunde) Tıp Fakültesi’nde göçmenler için ayrılan kontenjandan faydalanarak tıp eğitimine başladılar.

Yıllar sonra, her iki çocuk da uzun eğitimlerinin ardından Ayşe kardiyolog (cardioloog), Faruk ise iç hastalıkları uzmanı (internist) olarak görev yapmaya başladı. Her ikisi de birer Hollandalı doktorla evliydi.

Her ne kadar her birinden torunları olsa da, o eski günlerdeki aile samimiyeti ve sevgi dolu yaşam umudu azalmış, körelmişti.

Bir an düşündü; her ne kadar para, pul, Kayseri’de apartmanlar kazanılmış olsa da, o eski az ama lezzetli hayatı geri getirmek artık zordu. Sağlık sorunlarıyla birlikte eşine sahip çıkan bir emekçi gurbetçi olmuşlardı.

Bu Evden Lüks Bir Yaşam

Geçmişin Obruk’taki o fakirlik, yokluk ve kıtlık yıllarını unutmak mümkün değildi. Artık iki memleketi, iki geliri, iki konutu ve iki ülke arasında refah dolu bir yaşam vardı.

Sabah kahvaltısını Kayseri’de yapıp, akşam yemeğini Amsterdam’da yiyebilecek kadar refah dolu bir hayat.

Ama yine de bir eksiklik ve yoksunluk hissediyordu.

O neydi acaba diye düşünürken…

Evet, bulmuştu. Yüzbinleri bulan hikâyeler gibi, ne yüce hayaller ve umutlarla gelmişlerdi Hollanda’ya. Maddi kazançları bolca olmuştu ama kaybettiklerini de düşündü.

Geçmiş ile gelecek arasındaki umut köprülerini kaybetmişlerdi. Bir daha o köprülerin kurulması mümkün olmayacaktı.

Türkiye’ye geri dönüş umutlarını yitirmişti. O anlık ter ve kan içinde yatağında uyandı. Evet, geçmişin bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği rüyasını görmüştü, gurbet ellerdeki yeni vatanı Hollanda’da.

Bir baktı, eşi de yanında huzurla uyuyordu. Hem sevinç hem hüzünle dolu bir yaşam hikâyesinin rüyasını görmüştü. Yine huzurlu ve tatmin dolu bir şekilde sabaha kadar derin ve mutlu bir uykuya daldı.

Saygılarımla,